Otuzuncu İstanbul Kuşatması ve Fetih

Otuzuncu İstanbul Kuşatması ve Fetih

Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır

Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır[1]

 

İstanbul dünyanın gözbebeği, kültürler mozaiği, yeryüzündeki cennet. Napoleon “Dünya tek bir devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu” derken sanırım tam da bunu ifade ediyordu.

Çar 1. Petro; “İstanbul’a hükmeden bütün cihana hükümdar olur. Onun için, mümkün olduğu kadar İstanbul’a yaklaşmak gerekir” sözüyle şehrin stratejik önemini vurguluyor, tarihçi Lamartine; “Dünyaya son kere bakacaksın deseler bu bakışı İstanbul’da Çamlıca’dan yapmak isterdim” sözüyle hayatta görmek istediği son şeyden sanki sevgilinin gözlerine bakmaktan bahsediyordu.

Zülfü Livaneli’nin metaforu ise iddialı ama yerinde bir kıyaslamayla, İstanbul’un gözle görülmeyen ama insanı kuşatan o muhteşem ruhuna işaret ediyor: “Paris güzel bir salon, Londra güzel bir park, Berlin güzel bir kışla ama İstanbul güzel bir şehir”.

Pek çok kral, imparator, sultan, emir Konstantinopolis’i[2] almak istedi ama başarılı olamadı. Osman Bey’in ölmeden hemen önce oğlu Orhan Bey’e vasiyeti şu oldu; “İstanbul’u al gülzar et”. Bu vasiyeti Orhan yerine getiremedi ama torunu Yıldırım Bayezid 4 kez (1391, 1395, 1397, 1400) şiddetli ve uzun süreli kuşatmalarla yerine getirmeye çalıştı, muvaffak olamadı. Musa Çelebi’nin 1411’de yaptığı kuşatma da başarılı değildi.

Sultan 2. Murat, 1422 yılının Haziran ayında yaklaşık 30.000 kişilik ordu, toplar ve yürüyen tahkimatlı kulelerle Bizans’ı kuşattı. 50 gün sürdü, Bizans zor durumda iken kardeşi Hamidili Sancak Beyi Mustafa’nın isyanı üzerine kuşatmayı kaldırarak kardeşinin üzerine yürüdü. Surlar bir kez daha Konstantinopolis’e girilmesine izin vermemişti.

Şehzade Mehmet

Şehzade Mehmet, dünyaya geldiğinde aradan 10 yıl geçmiş, takvimler 30 Mart 1432’ye gelmişti. Murat O günlerde Edirne’de ağırladığı, Hacı Bayram Veli’ye hitaben:

“Konstantiniyye’yi fethetmek arzusu ile gönlümüz adeta yanıp tutuşmaktadır. Peygamberin müjdelediği mübarek komutan olmak isterim. Hocam dua buyursanız” der. Hacı Bayram Veli duaya durur ve bir süre sonra Sultan Murad’a dönerek:

”Sultanım, Cenab-ı Allah ömr-ü şerifinizi ve devle-i aliyenizi hayırlı eylesin. Fakat Konstantiniyye fethi size nasip olmayacak. Siz göremeyeceksiniz, ben dahi göremeyeceğim” der. Bunun üzerine Sultan Murat merakla:

“Peki hocam kime nasip olacak?” diye sorar. Hacı Bayram Veli:

”Fetih, yeni doğan şehzade ile şu bizim köse Akşemseddin’e nasip olacak” diye cevap verir.

Mehmet haşarı bir çocuktu. Şehzadeliğini geçirdiği Manisa (Saruhan Sancağı)’da babası eğitimine çok önem verdi. Eğitiminin ilk yılları da hiç kolay olmadı. Küçük şehzade ele avuca sığmıyor hocalarını bezdiriyordu. Bir gün babası, methi çok duyulan ve son derece disiplinli bir alim olan Molla Gürani’yi (1410-1488) görevlendirdi. Gürani’nin bu görevi, gerektiğinde şehzadeyi dövme izni alarak kabul ettiği hatta bir gün sopa ile Mehmet’i dövdüğü rivayet edilir.

Gürani, Mehmet üzerinde kısa sürede o kadar etkili, saygın ve aynı zamanda itibarlı konuma gelmiştir ki yıllar sonra yaşanacak şu anekdot bu etkiyi anlamamıza yardımcı olacaktır: Fetih üzerinden 4 ay geçmiş 2. Mehmet iftar yemekleri tertip etmeye başlamıştı. Konuklarına ikramda kusur yapılmamasını istiyordu. O gün gelecekler arasında hocası Gürani de olacaktı. Bizans sarayından ele geçirilen altın sofra takımlarının kullanılmasını istedi. Konuklar salona girdiler. Gürani sofrayı görünce yüzünü ekşitti. Kendisine ayrılan yere çömelerek rahatsızlığını belli edercesine tespih şakırdatmaya başladı. Ezan okununca gözler O’na çevrildi. Padişah sofrası da olsa yemeğe hocasının başlaması adaptandı. Molla Gürani’de hiç hareket yoktu. Dakikalar geçiyor, Gürani elini sofraya sürmüyordu. Genç Padişah biraz da şaşkınlıkla;

“Soframız helal sofradır, buyurun yemek yiyelim” dedi. Gürani padişaha dönerek sanki bunu bekliyormuş gibi cevabı patlattı:

“Ümmete haram olan Mehmet’e helal midir? Altın taslardan yemek yiyip altın kaselerden su içerek Bizans İmparatorlarını taklit ettiğini biliyor musun? Bu gösteriş tutkusu, bu debdebe yüzünden ülkelerini sana kaptırdılar. Sen de aynı tantanaya kapılırsan mahvolursun!”. Padişah bu azarı yer yemez altın takımları kaldırttı, ancak ondan sonra iftar edildi. Şimdi dönelim konumuza.

Molla Hüsrev, Molla Yegân, Hızır Bey Çelebi gibi devrinin en büyük alimleri de Mehmet’in hocaları idi. Sultan Murat, şehzadenin aldığı eğitimi çeşitlendirmek için başta İtalyan hümanist, arkeolog Ciriaco d’Ancona (1391-1455?) olmak üzere, Batılı entelektüelleri Manisa sarayına davet ederek, aritmetik, geometri, astronomi, fen ve din bilimleri yanında, Avrupa tarihi, edebiyatı, sanatı ve Antik Yunan filozoflarını da okumasına istedi.

Bir süre sonra Manisa’ya gelen Sultan Murat, haşarı oğlunu tanıyamamış, görünüşte çocuk, ama çok olgun birini bulmuştu karşısında. İleriki yıllarda Arapça ve Farsça’nın yanında Latince, Yunanca, Sırpça ve İtalyanca’yı iyi seviyede konuşan 2. Mehmet’in çok kültürlü kişiliğinde, başta Molla Gürani olmak üzere hocalarının ve çocukluğunda aldığı eğitimin katkısı çok büyük olacaktı. Hocaları Mehmet’in ufkunu açtı, inanç ve O’na ideal aşıladı.

Bir gün Molla Gürani, Şehzade Mehmet’in gece yarısı odasının ışığını yanık olarak gördü. Merak etti, yanına girdi:

“Şehzadem neden uyumadın?”

“Hocam, çalışıyorum” karşılığını verdi. Hocası sordu:

“Hangi dersi çalışıyorsun?” Mehmet cevap vermeyip sustu. Hocası çalıştığı dersi merak edip masasının üzerindeki kağıtları karıştırdı. Hepsi Konstantiniyye’nin fetih projeleri idi. Gürani:

“Bunlar nedir evlâdım?” deyince Şehzade, içinde gizlediği sırrı açıklamak zorunda kaldı.

“Hocam sır olarak kalması şartıyla, uzun zamandır uykusuz kalarak yaptığım çalışmaların ne olduğunu söyleyebilirim.” dedi. Hocasının mütebessim bir çehre ile başını salladığını görünce devam etti:

“Hocam! Bu iş nicedir içimi yakıp kavurmaktadır. Düşünüyorum ki, defalarca muhâsara[3] edilen şu Konstantiniyye şehri niçin fethedilemiyor? O beldeyi fethetmenin yolu nedir? İşte bu yüzden uykularım kaçıyor, sabahlara kadar plânlar yapıyorum”. Mehmet şuuraltında İstanbul’la o kadar bağlantılı idi ki çocukluğunda dahi fetih projeleri ile meşgul olmuştu.

O günlerde Bizans, Sultan Yıldırım Bayezid döneminden beri devam eden ağır Osmanlı baskısı altında idi. Kurtulmak için Avrupa ülkelerinin yardımından başka çareleri olmadığını biliyorlardı. Fakat bu yardımın bir şartı vardı: Katolik dünyasında son derece güçlü bir konuma sahip olan, Latin[4] krallar, imparatorlar üzerinde mutlak hâkim olan Papa, ancak Doğu Kilisesinin Vatikan çatısı altında birleşmesi karşılığında yardım göndereceğini söylüyordu. Bu şart hem inançlarına ihanet olacağı hem de geçmişte yapılan Haçlı zulümlerinin anısı hala taze olduğu için Bizans’ta kabul görmemişti.

3 kıtaya yayılmış 1.000 yıllık koca Doğu Roma İmparatorluğu, bugünkü İstanbul’un batı yakası ile Tekirdağ’ın küçük bir bölümü arasına sıkışıp kalmıştı. Mora Yarımadası İmparator’un kardeşi tarafından yönetilen bir despotluktu. Bizans küçülmüş, zayıflamış ve Türklerle çevrilmiş durumdaydı. Bununla birlikte Ortodoks Hristiyanlarının merkezi konumundaydı. Avrupa devletlerini, Anadolu Türk beyliklerini ve Osmanlı şehzadelerini kışkırtarak Osmanlı Devleti için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Bu durum Osmanlıların hem Balkanlar’da hem de Anadolu’daki ilerlemelerini güçleştiriyordu. Asya ile Avrupa kıtalarının birbirlerine en çok yaklaştığı yerde bulunan İstanbul, kara ve deniz ticaret yollarının kesiştiği önemli bir yerde bulunuyordu.

1444 Ağustos’unda Murat hiç beklenmeyen eşine az rastlanacak bir karar verdi. Hem doğu ve hem de batıyı emniyete almış ve uzun süreli barış antlaşmaları yapmış olarak saltanatı 12 yaşındaki Mehmet’e devretti. Henüz 40 yaşında genç ve sağlıklı iken tahtı devretmekteki maksadı, Türk tarihinde sık rastlanan, Osmanlı yakın tarihinde de Fetret Devri ile yaşanan taht kavgasının önüne daha kendisi hayatta iken geçmekti. Zira Bizans, Konstantinopolis’te rehin tutulan I. Mehmed’in ağabeyi Şehzade Orhan’ı siyasi emelleri için sık sık Osmanlı devletine karşı bir koz olarak kullanıyordu. Bazı tarihçiler Murat’ın tahttan çekilmesinin bir de psikolojik tarafının olduğunu iddia ederler. Kısa süre içinde Mehmet’ten yaşça büyük iki oğlunu, Sultan Namzedi Şehzade Alaeddin Ali ve Şehzade Ahmet’i doğal sebeplerle kaybeden Murat çok etkilenmişti. Murat’ın bu sebeple tahttan ayrıldığı da söylenir.

Murat’ın kararı Divan’da[5] şok etkisi yarattı. Çok iyi bir lider, savaşçı ve bilge bir padişah olan Sultan Murat’ın tahtı bir çocuğa bırakması, üstelik barış antlaşmaları yapsa da batıda Haçlılar, doğuda Karamanoğlu Beyliğinin taciz ve taarruzlarının sıklaştığı dönemde inzivaya çekilmesi, divan üyelerinin çoğu tarafından hoş karşılanmadı. Ama buyruk padişahındı.

Sultan Mehmet henüz çocuk yaşta olduğu için Lalası[6] Zağanos Paşa devlet geleneği olduğu üzere O’na yardımcı oluyor, bu durum devletin ikinci adamını yani Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı geri plana atıyordu. Çandarlı bu sebeple Mehmet’i hiçbir zaman sevmedi. Divan adeta ikiye ayrılmıştı. Bir tarafta Sultan 2. Mehmet ve Zağanos Paşa, diğer tarafta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa. Bu iki taraf arasındaki rekabet yıllarca sürecekti.

Çandarlı’nın haksız olmadığı kısa süre sonra belli oldu. Sultan Murat Edirne-Segedin Barış Antlaşması ile pek çok ödün vermesine rağmen, Papa 4. Eugene’in kışkırtması ile 3.Vladislav (Macar, Polonya ve Hırvatistan Kralı) 2. Mehmet’in tahta çıkışından çok kısa bir süre sonra, bizzat kendisinin Murat’la yaptığı antlaşmanın geçersiz olduğunu ve yeni bir Haçlı seferine çıkacağını duyurdu. Kısa sürede büyük bir kampanya başlamıştı. Macar, Eflak, Hırvat, Bohemya, Polonya, Alman ve Venedik’ten gelen askerler toplanmaya başladı. Venedik aynı zamanda donanması ile boğazları kapattı. Aynı günlerde Bizans İmparatoru 8. Yuannis Şehzade Orhan’ı serbest bırakarak, büyük bir askeri destekle Osmanlı üzerine gönderdi. Orhan Osmanlı Ordusu ile Çatalca ve Dobruca’da karşı karşıya geldi. Arnavutluk ve Rumeli’deki yerel hanedanlar ayaklandı. Haçlı ordusu Tuna’ya ulaştı.

Sulh bir anda kaosa dönüşmüştü. Rumeli’deki Türkler hatta başkent Edirne’deki kimi varlıklı aileler Anadolu’ya kaçmaya başladı. Bu kaos çocuk yaştaki padişahla aşılamazdı. Çandarlı’nın ikna çabaları sonucunda, 2. Murat biraz gönülsüz de olsa, kendine ulaşan Anadolu askerleri ile Venedik ablukası altında bulunan İstanbul Boğazı’nı geçip Edirne’ye ulaştı. Burada unvansız bir şekilde tüm Osmanlı ordusunun başına geçti ve Varna’ya yürüdü. Bu, tarihlerde eşi benzeri olmayan bir olaydı.

10 Kasım günü iki ordu Varna Ovasında karşılaştı. Savaş kısa sürdü. Akşam olmadan Türklerin kesin zaferi ile sonuçlandı. Haçlı Ordusu hezimete uğrarken Kral Vladislav harp meydanında öldürüldü. Böylece Haçlı Seferleri tarihe karışmış oldu.

Sonraki dönem Osmanlı tarihi açısından cidden incelemeye değer yıllar. Zira padişah, 2. Mehmet mi 2. Murat mı çok belli değil. Ama Murat yine başkentten ayrılarak Manisa’ya çekilmiş, Mehmet ise Edirne’de kalmıştı. Bu durum tam 2 yıl sürdü. Edirne’de, dış siyasette temkinli olmayı tercih eden Çandarlı ile daha aktif tutum içinde olan Zağanos ve Şehabeddin Paşaların rekabeti olanca hızıyla devam etti. Çandarlı bu dönemde Murat’ın tekrar tahta çıkması için çeşitli defalar girişimde bulunduğu hatta Yeniçeri Ocağı’nı isyana teşvik ettiği söylenir.

Balkanlar’da sular durulmamıştı. Macaristan ve Eflak tarafından kışkırtılan etnik grupların, yerel hanedanların, Kont Drakula’nın isyanı, hatta yeniçerilerin tarihteki ilk baş kaldırışı da bu dönemde yaşandı. Bu kaos içinde, 2. Murat, tam 2 yıl sonra Ağustos 1446’da yine gönülsüz 2. defa tahta çıktı. Mehmet’i de Zağanos Paşa ile birlikte Manisa Valiliğine gönderdi. Mehmet bu durumun Çandarlı sebebiyle yaşandığını biliyordu, hiç unutmadı.

Murat etnik grupları bastırdı. Yeniçerilerin gönlünü hoş etti. 17 Ekim 1448’de, Macar ve Eflak Ordularından oluşan büyük bir kuvvetle, Kosova Ovasında karşı karşıya geldi. Tarihe 2. Kosova Muharebesi olarak geçen savaşta Murat Macar Janos Hunyad komutasındaki orduyu hezimete uğrattı. Osmanlı artık mutlak ve tartışılmaz bir şekilde Balkanlar’daydı.

3 Şubat 1451 günü Sultan 2. Murat 47 yaşında vefat ederken oğlu şehzade Mehmet’e kuvvetli bir devlet bir de vasiyet bıraktı: “Konstantiniyye’yi al”. Murat’ın ölümü üzerine, hem sınır komşusu Osmanlının baskısı altındaki Bizans hem de Türklerle yeni bir savaş istemeyen Batılılar, deneyimsiz Sultan 2. Mehmet’in kendileri için kısa vadede bir tehdit oluşturmayacağını düşünüyorlardı. Rahat nefes aldılar.

Mehmet’in Cülusu

18 Şubat 1451 Perşembe günü genç şehzade, Osmanlı Devleti’nin 7. padişahı olarak görkemli bir cülus[7] töreni ile tahta geçti. Bundan böyle 2. Mehmet diye anılacaktı. Cülus başta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, vezirler ve Yeniçeri Ağası Mahmut Paşa tarafından endişeyle karşılandı. Mehmet Çandarlı yüzünden tahttan indirilmişti. Şimdi Mehmet’in intikam zamanı diye düşünüyorlardı. İlk divan bu korku ile başladı. Mehmet, babasının da sadrazamı olan Çandarlı Halil Paşa’yı görevinde bıraktı. Çocukluğundan beri arasının açık olduğu, iç ve dış siyasette çok etkili ve dirayetli olan Çandarlı’yı veziriazam mevkiinde tutması oldukça stratejik bir hamleydi. Bir hamle daha yaptı ve Çandarlı’nın siyasi ortağı durumunda olan vezir İshak Paşa’yı Anadolu Beylerbeyliği’ne atayarak payitahttan[8] uzaklaştırdı. Mehmet, aynı zamanda kendisine destek olması için bir de cephe oluşturdu. Lalaları Şehabeddin ve Zağanos Paşa ile Saruca Paşa’yı vezirliğe getirerek iktidarını sağlamlaştırdı. Çandarlı’ya şu anda ihtiyacı vardı ama kurduğu organizasyonla bu ihtiyaç geçtikçe azalacaktı.

2. Mehmet Sultan olduktan hemen sonra yıllardır şuur altına yerleşen fetih düşüncesi, artık asla sönmeyecek şekilde alevlenmişti. Ulemâ[9] ve ümerâyı[10] toplayıp, atalarının asırlardır hedefi olan Konstantiniyye’nin fethi konusunu açtı. Sadrazam Çandarlı Halil’in başını çektiği grup:

“–Konstantiniyye’nin fethi, ancak Mehdî [11]işidir!” diyerek bu fikri desteklemediler. Haksız da sayılmazlardı. Konstantiniyye tarihte 6 defa Osmanlı, 5 Emevi, 4 Abbasi, 2’şer defa Haçlı Ordusu, Rus, İran, Cenova, Bulgar, 1’er defa da Avar, Makedonya, Roma İmparatorluğu, Macarlar ve Venedik tarafından olmak üzere tam 30 (bazı kaynaklara göre 32) defa kuşatma altına alınmış ve bu kuşatmaların 22’si başarısız olmuştu.

Ama Mehmet’in vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. Aldığı mükemmel eğitim O’na mevcutla yetinmemeyi öğretmişti. Tıpkı Napolyon gibi Mehmet de kurulacak bir cihan imparatorluğuna ancak İstanbul’un başkentlik yapabileceğine inanıyordu. Zamanının büyük kısmını İstanbul savunmasının ve surlarının nasıl aşılacağına ayırıyor, başka bir şeye ve yere odaklanmak istemiyordu. Ancak bu düşüncesini kimse ile paylaşmıyordu.

Cülusundan sonra gelen elçileri çok iyi ağırlattı. Bizans, Macaristan, Eflak, Boğdan, Mora ve Venedik ile barış antlaşmalarını yeniledi. Bizans’a Çorlu’yu geri verdi, Şehzade Orhan’ın rehin vergisi olan 150.000 akçenin 2 katına çıkartılmasına ses çıkarmadı. Mehmet’in bu barışçı tavrı düşmanların Osmanlı hakkındaki endişelerini iyice azalttı. Hatta Bizans’ta, Mehmet’in annesi (Hüma Hatun Türk değildi) sebebiyle Hristiyan olduğu ya da Hristiyanlığa meyli olduğu ve tam bir batılı gibi yetiştirildiği bile konuşuldu. Kendi meselelerine döndüler. Bu dönem Batı için bir rahatlama ve kayıtsızlık dönemi idi. Yalnız, Doğu Romalı Tarihçi Frantes; ”2. Murat’ın ölümünün büyük bir tehlike olduğunu, yerine geçen delikanlının Hristiyanlığın kökünü kazmaya hevesli olduğunu” söylüyordu. Bu uyarıyı dikkate alan olmadı.

Kuşatma Hazırlıkları

Genç Sultan, Çandarlı’nın barış siyasetini devam ettiriyor gibi gözükerek büyük hedefi için iç siyasette de zaman kazanıyordu. Anadolu, Rumeli Orduları ile Yeniçeri Ocağı, Kapıkulu Süvarileri, Topçu, Lağımcı[12] ve Cebecilerin[13]iki katına, Akıncıların ise 3 katına çıkartılması emrini verdi. Aynı anda bunu nasıl yapacaklarını ve kaynağı nereden bulacaklarını da söylüyordu. Kurulacak yeni Sipahi Ocaklarına hangi tımarın verileceğini de ilave ediyordu. Halil Paşa başta olmak üzere herkes şaşkınlık içindeydi. Sultan tecrübesizliğine rağmen, devleti çok iyi tanıyordu. Her şeyi düşünmüş ve planlamıştı. Kimse niyetinden şüphelenmedi.

Şehzadeliğinde, tarihte yapılan İstanbul kuşatmalarını, Gürani ve Hüsrev’den defalarca dinlemişti. Bu defa hocalarından kuşatmaları bir kez daha ama tüm detaylarıyla anlatmalarını istedi. Hem Hüsrev hem de Gürani Konstantiniyye’ ye defalarca gitmişlerdi. Onlardan şehri ve surları gösteren haritalar çizmelerini de buyurdu. Bir gün astronomi bilgisi ile ayın hareketlerini not ediyor, başka bir gün trigonometri ve balistik bilgisi ile surları nasıl aşabileceğini hesaplıyordu. Surların şekli, kıvrımları, kapıların ve muhafızların yerlerini artık ezbere biliyordu. Tarihe aynı zamanda bir haritacı olarak geçen Mehmet haritaları bizzat hazırlayarak önemli yerleri işaretliyordu.

Kendinden öncekilerin hatasını tekrar etmek istemiyordu. Sonunda iki şeyin çok önemli olduğu sonucuna vardı. Birincisi; Haliç’i kontrol edemeyen İstanbul’u alamamıştı. Güçlü bir donanma ile Haliç mutlaka İstanbul’dan önce alınmalıydı. Gelibolu Sancak Beyi Kaptan-Derya Baltaoğlu Süleyman Paşa’ya donanmayı büyütmesi emri verdi. Bu donanma hem denizden gelecek yardımları engelleyecek hem de Haliç’te hakimiyeti sağlayacaktı. Süleyman, Gelibolu’da 20 ay gibi çok kısa sürede, donanmanın gücünü neredeyse 3 katına çıkaracaktı.

İkincisi ise; Mehmet İstanbul’la arasındaki en büyük engelin surlar olduğunu bu surların nice imparator, kral, emire geçit vermediğini biliyordu. Surları aşmaya çalışan askerlerin Bizans okçuları ve suda dahi yanan Rum Ateşi[14](Grejuva-Grek Ateşi)’ne kurban gittiğinin farkındaydı. Babası Murat çok fazla sayıda topla İstanbul’u kuşatmış ama toplar surları yıkmayı başaramamıştı. Ya topların ateş gücü surları yıkacak kadar kuvvetli olacak, askerler gedik açılan surlardan yürüyerek şehre girecek ya da toplar surları aşıp içindekileri etkisiz hale getirecek, askerler ok ve Rum Ateşine maruz kalmadan, kule ve merdivenlerle surlara çıkacaktı. En iyisi ikisi de olmalıydı. Toplar alışıla geldiği gibi değil daha farklı ve etkili kullanmalıydı. Ama nasıl?

Dönemin en ünlü top mühendislerini buldurdu. Saruca Paşa komutasında, Topçubaşı Rıza Ağa, Mimar Muslihiddin Ağa, Hayreddin Ağa, Bizans İmparatoru’na hizmet etmekte iken ikna edilerek Edirne’ye getirtilen Macar Urban ve Cenevizli Donar o güne kadar görülmeyen kaynak ve imkânlarla çalışmaya başladı. Mehmet onlardan denenmeyeni denemelerini ve çok büyük toplar yapmalarını istedi.

Henüz birkaç ay geçmişti ki Karamanoğlu Beyi İbrahim, 2. Mehmet’in hükümdarlık iradesini tanımadığını söyledi. 1451 yazında Sultan Mehmet, Karaman üzerine sefer düzenledi. Ancak İmparator Konstantin, hem Sultanın genç ve tecrübesiz olmasından hem de Karamanoğlu krizinden faydalanarak Şehzade Orhan’ın rehin vergisinin tekrar 2 katına (300 bin akçeden 600 bin akçeye) çıkarıldığını, verilmediği takdirde Orhan’ın serbest bırakılacağı haberini Mehmet’in ordugahına gönderdi. Bir taht kavgası ile vakit ve enerji kaybetmek istemeyen Mehmet, isteği kabul reddetmedi. Elçilere olağan üstü iyi davrandı ancak bu meselelerin harp meydanında halledilemeyeceğini, Edirne’ye dönünce ferman yazacağını söyleyerek heyeti geri gönderdi. Yine de olası riski tamamen ortadan kaldırmak için, Karamanoğlu ordusu çok müşkül durumda olmasına rağmen, seferi bir barış antlaşmasına dönüştürerek geri döndü.

Fakat dönüş yolunda boğaza geldiğinde Haçlı donanması boğazı kapatmıştı. Tıpkı 8 yıl önce babası Murat’ın yaşadığını şimdi kendisi de yaşıyordu. Vaktiyle babası da Venediklilere 40.000 düka altını vererek Rumeli’ye geçmişti. Şimdi kendisi de ordusuyla birlikte Galata gemicilerine 50.000 altın ödeme yaparak karşıya geçiyordu. Boğazın Anadolu tarafı Osmanlı toprağı olmasına rağmen boğaz üzerinde egemenliği yoktu. Bu durumu kabullenmek imkansızdı. Çok sinirlenmişti. İstanbul’un alınmasının artık önünde var idiyse de şu an hiçbir engel kalmamıştı. Hemen orada karar verdi. Rumeli tarafına bir kale yapılmalı ve boğaz emniyete alınmalıydı. Planını Bizans İmparatoruna da iletti. Doğu Roma (Bizans) İmparatoru 11. Konstantin Dragazes Paleologos, Edirne’ye elçiler gönderip Sultan’ı bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştı. Gerekirse vergi ödemeye dahi razı olduğunu bildirdi. Mehmet, geçmişte yapılan Haçlı taarruzları ve boğaz güvenliğini öne sürerek bu isteği reddetti. Hatta artık Orhan için de para ödemeyeceğini söyledi. Ok yaydan çıkmıştı.

Ocak 1452’de donanmanın bir bölümünü boğazda konuşlandırdı. Mehmet Nisan başlarında Rumeli Eyalet Ordusu (Tımarlı Sipahiler) ve Kapıkulu Askerleri ile Edirne’den yola çıktı. Bizans korku içinde ne olacağını bekliyordu. Bizans’ta alarm verilmiş eli silah tutan herkes teyakkuza geçmişti. Türkler yeni bir kuşatma için mi geliyordu acaba? Mehmet Konstantinopolis’e hiç uğramadan doğrudan boğaza geçti. 15 Nisan 1452’de Mehmet hisarın temeline ilk taşı koydu. Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Anadolu Hisarının karşısında (Asomaton Köyü/Aşiyan) yükselecekti hisar. Paşalar taş taşıyor, Sultan Mehmet işçiler arasında dolaşarak bahşiş dağıtıyordu. Bizans faaliyeti askeri tedbirlerle engellemeyi düşündüyse de surların ötesinde savaşacak gücü yoktu. Bunu bir harp sebebi sayamadı ve savaşmaya cesaret edemedi. Bunun yerine bazen Orhan’ı serbest bırakmakla tehdit etti bazen de Sultan Mehmet’e değerli hediyeler göndererek barış istedi. Çandarlı da sürekli Sultan’ı Bizans’la dostane ilişkiler kurmaya ikna etmek için çalışacaktı. Ne hediye ve elçiler ne de Çandarlı’nın söyledikleri Mehmet’i etkilemedi.

Şehabeddin Paşa Boğazkesen adı verilen (Rumelihisarı) hisarın yapımını 31 Ağustos 1452’de, o dönemin mühendislik ve lojistik şartlarına göre rekor sayılabilecek bir sürede, yalnız 138 günde tamamladı. Dünyanın en büyük kale burçlarına sahip olan hisar, adeta tüm dünyaya boğazın yeni sahibini ilan ediyordu. Mehmet hisarı denetlemek amacıyla sık sık İstanbul’a gitti. Her gittiğinde de surları, şehrin giriş çıkışlarını bizzat inceledi. Avrupa’daki iyimser hava bir anda dağılırken Bizans’ta da endişeli günler başlamıştı. Hisarın aynı zamanda ne anlama geldiği açıktı. Kuşatma için müthiş bir ilk adım olmayacağını kimse iddia edemezdi. Ortada bir hazırlık vardı ama Mehmet’in gayesini Hüsrev, Gürani ve Zağanos hariç tam olarak hiç kimse bilmiyordu.

20 Eylül 1452 sabahı Mehmet Edirne Sarayında Büyük Harp Divanını topladı. Mutat seremoniden sonra herkes yerine geçti. Kısa sessizliği Mehmet’in kararlı sesi bozdu:

“Vezirlerim, Paşalarım, Hocalarım! Bugün sizi burada toplamamın sebebi Konstantiniyye’ ye yapacağımız sefer içindir. Atalarımın ve babamın vasiyetini yerine getireceğim ve Konstantiniyye‘ yi mutlaka baharda alacağım. Şimdi bana fikirlerinizi söyleyin”.

Koca salonda önce çıt çıkmadı. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. Padişahın rahatlatıcı birkaç kelamından sonra, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa konuştu. İhtiyatlı olmanın erdemlerini, Haçlıların Bizans’a vereceği desteği, Venediklilerin Bizans’ın yanında yer alacağını, asırlardır geçilemeyen surların ne tür bir engel olduğunu anlattı. Zağanos, Şehabettin, Saruca Paşalar Çandarlı’nın aksini savundular. Divan üyelerinin hepsi fikirlerini söyledi. Bir süre sonra herkes sustu ve yalnız Çandarlı ile Zağanos konuşmaya devam etti. Karşılıklı konuşmaları neredeyse tartışma boyutuna geliyordu. Sultan bir süre daha onları konuşturduktan sonra araya girerek şu sözleri söyledi:

“Lala[15] eğer sen benden yardımını esirgemezsen Allah’ın izniyle bu işi bitireceğim” Çandarlı hiçbir şey diyemedi, mahcubiyetle önüne baktı. Mehmet sözlerine tüm Divan’a hitap ederek ama Çandarlı’ya bakarak devam etti:

“Şimdi sizden bir isteğim var. Yakında Bizans her zaman yaptığı üzere türlü oyunlara girişecek ve sizi değerli hediyelerle, altınlarla kandırmaya çalışacaktır. Eğer bunlara ihtiyacınız var ise söyleyin şimdi size ben vereyim. Sakın ola bir yanlışlık yapmayın”.

Kimse konuşmaya cesaret edememişti. Sonra kuşatma planından bahsetmeye başladı. Hocaları ile Zağanos ve Şehabeddin Paşalardan başka kimseye güveni yoktu. Bu sebeple planı çok genel hatları ile anlattı. Ordu ve diğer paşalar tüm ayrıntıya ancak surların önüne gittiklerinde vakıf olacaktı. Genç Sultan’ın, orduya, şu ana kadar yapılan yapılmayan tüm hazırlıklara, Bizans’ın siyasi ve askeri durumuna, diğer devletlerin kuşatmaya nasıl bakacağına, Konstantiniyye şehrine ve surlara hakimiyeti, hocaları hariç herkesi çok şaşırtmıştı. Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi’ni, Yeniçeri Ağasını, Akıncı Beyi’ni, Kaptan Paşayı (Kaptan-ı Derya), Defterdarı hepsini ayrı ayrı dinledi. İstek ve ihtiyaçlarını aldı. Emirler verdi ve divan dağıldı. Şimdi anlamışlardı son 1 yıldır yaptıkları hazırlıkların ne için olduğunu ve ordu mevcutlarının neden büyüdüğünü. Dönüşü olmayan bir yola girdiklerini hepsi fark etti.

10 Aralık 1452’de Sultan 2. Mehmet’in de katıldığı görkemli bir törenle, Urban’ın tasarladığı ilk büyük top dualar ve kurbanlarla döküldü. Son derece heyecanlı ve duygusal anlar yaşandı. Padişah dahil herkesin gözü yaşarmıştı. Kalıbın soğuması 1 haftayı alacaktı.

Aynı günlerde İmparator Konstantin ve Kilise (Doğu Kilisesi-Ortodoks) bir kampanya başlatarak Bizans halkını maddi ve manevi örgütlemeye başladı. Şehrin savunması yeniden gözden geçirildi. Papadan ve Latin ülkelerinden yardım istendi. Venedik Balyosu[16] ile iş birliği kararı alındı. Bizans’ın en büyük güvencesi olan ve önceki tüm kuşatmalara karşı koyan surlar güçlendirildi. Kara tarafındaki surlar iki sıra halinde yapılmıştı ve her birinin duvar kalınlığı 5 metre idi. Dış surların yüksekliği 9 metre iç surların yüksekliği 25 metreyi buluyordu. Ayrıca dış surların önünde 20 metre genişliğinde 7 metre derinliğinde içi su dolu hendekler vardı. Bu sayede İstanbul adeta bir ada görünümündeydi. Haliç ve Marmara tarafındaki surlar tek sıra idi. Bu surları tarihte geçebilen çok az ordu olmuştu. Daha fazla Rum Ateşi yapımı için imparator da dahil tüm asilzadeler kişisel gelirlerinden bağışta bulundu.

Doğu Roma ile Batılı Devletlerin arası 726 yılındaki İkonoklazma[17] Döneminden beri hoş sayılmazdı. Hatta zaman zaman aralarında çok kanlı savaşlar da olmuştu. Bu sebeple Katolik Batı (Latinler), Ortodoks Bizans’a yardım konusunda çok hevesli değildi. Fakat Bizans, hiç beklenmeyen bir hamle yaptı. Kiliseler arasındaki 7 asırdır devam eden ayrılık ve husumeti unutmaya razı oldu. Papa 5. Nicolaus’a, iki kilisenin birleşmesine Bizans’ın hazır olduğunu bildirdi. Geçmişte bizzat Katolikler tarafından yağmalanan, aşağılanan Bizanslılar birleşme fikrine karşı çıksa da imparator başka çaresi olmadığını biliyordu.

12 Aralık 1452’de Ayasofya’da, İmparator Konstantin, Papa’nın Elçisi Kardinal Isidoros, tüm Bizans soyluları, 300’den fazla papaz ve Konstantinopolis halkının katıldığı bir törenle kiliseler arasında birlik (union) ilan edildi.

Halk üçe bölünmüştü. Tarihçi Dukas’ın (1400?-1462?) tasviri ilginçti; O’na göre ahali Ayasofya’dan sanki “Yahudi sinagogu imiş̧ gibi” kaçmaya başladı. Halkın büyük kısmı ibadetlerini yapabilmek için, birleşme karşıtı papazların yönettiği kiliselere gitmeye başladı. “Şehir Latinlerin eline geçse de dinsizlerin pençesine düşmesek” diyenler ile kiliselerin birleşme fikrine şiddetle karşı çıkıp, Grandük Lukas Notaras gibi, “Şehirde Türk sarığı görmek, Latin papazlarının ayin taçlarını görmekten daha iyidir” fikrini savunanlar arasında çok şiddetli tartışmalar yaşanıyordu. 1204 yılında Haçlıların büyük bir vahşetle Konstantinopolis’i, Ayasofya’yı, diğer kiliseleri ve kutsal emanetleri yağmaladığı unutulmamıştı. Osmanlıların izlediği vicdan hürriyeti ve hoşgörü politikasının da etkisiyle, Türk yönetimi altına girmenin, içinde bulundukları durumdan daha kötü olamayacağını söyleyenler vardı. Üçüncü bir grup ise Konstantinopolis’in hamisi ve yardımcısı olduğuna inandıkları Hz. Meryem’in daha önce de defalarca olduğu gibi şehri yine kurtaracağını, Mehmet’in de tıpkı ataları gibi başarısızlığa uğrayacağını düşünüyordu.

Şimdi durum biraz farklıydı. Daha önceki kuşatmalarda, şehrin kuvvetli surlarla çevrili bölgelerinde kara savaşları yapılır, Bizans donanmasının Boğaz’a ve Marmara’ya hâkim olması sebebiyle, şehrin diğer tarafı olan Haliç saldırıdan uzak kalırdı. Bu sayede kuşatma boyunca şehirde ihtiyaç̧ duyulan her şey Bizans’ın kontrolünde olan Ege, Karadeniz ve Marmara üzerinden temin edilirdi. Ancak bu defa Osmanlılar Batı Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Marmara’ya hâkimdi. Bizans’ın hem denizden hem de karadan takviye edilmesi çok zor gözüküyordu.

Nihayet ilk top atışa hazır hale geldi. Sultan bu topun gücünü görmek, askerin ve halkın maneviyatını yükseltmek için festival havasında prova atışı yapılmasını emretti. 3 ayda dökülen bu topun uzunluğu 8 metre, çapı 92 cm, namlusunun kalınlığı 20 cm, ağırlığı 18 ton idi. 500 kg ağırlığında taş, 680 kg ağırlığında demir gülleler atıyordu. Top 70 çift manda ile çekilen özel bir arabayla taşınıyordu. Topun önünden giden 200 asker yolu tesviye ediyor, arkadan giden 50 asker ise bozulan yolu tamir ediyordu.

25 Aralık 1452 günü top Edirne Sarayının önündeki meydanda hazırdı. Tüm şehre haber verilmiş, küçük çocuk, yaşlı ve hamile kadınların dikkat etmesi tembihlenmişti. Dualar okundu, kurbanlar kesildi. Güllenin gideceği istikamete mesafe flamaları dikildi. Topçuların gözü Mehmet’te idi. Sultan işaret etti. Birden yer yerinden oynadı. Ortalık toz ve simsiyah dumana bürünmüştü. Biraz sonra bilgiler geldi. Gülle tam 1.800 metreye gitmiş ve yerde 183 cm derinliğinde çukur açmıştı. Sultan güllenin düştüğü yere gitti. Gördükleri O’nu çok memnun etmişti. Savaş alanlarının o ana kadarki en büyük, en yıkıcı topu şu an hazırdı. Topa “Şahi” ismini verdiler. Topun sesi 24 km uzaklıktan duyulmuştu. Dünya tarihinin bu topla değişeceğini o an kimse bilmiyordu.

Mehmet atını mahmuzlarken, Çandarlı’ya bu toptan mümkün olan en fazla sayıda ama en az 3 tane daha dökmelerini emretti. Ordunun sefere çıkmasına 2 ay kalmıştı ve ilk top 3 ayda dökülmüştü. Paşa itiraz edemedi.

Mehmet tüm günlerini saatlerini harita başında geçiriyordu. Çalışma odasına yatağını da getirtmiş dışarı neredeyse hiç çıkmıyordu. Duvarlar ve masaların üzeri farklı pek çok harita ile doluydu. Kafasında tüm kuşatmayı an be an defalarca yaşamış yalnız 3 soruya cevap bulamamıştı.

  1. Rum Ateşi’ne karşı ne tedbir alınabilir?
  2. Dönemin en güçlü donanmasına sahip Venedikliler ne yapacak?
  3. Haliç’e hâkim olan şehre hâkim olur. Haliç’e nasıl hâkim olunacak?

1452 yılının Aralık ayında çok kar yağdı. 1453 Ocak ayında da devam etti. Kış çok ağır geçiyordu. Buna rağmen dökümhanede topçular, tersanede denizciler, atölyelerinde cebeciler aralıksız çalışıyordu. Sultan sık sık bizzat denetimler yapıyor, hiçbir şeyi şansa bırakmıyordu. Aynı günlerde Bizans’a Cenova’dan 700 silahşor gelmiş, bu şehri sevince boğmuştu Surları güçlendirdiler, mevcutların üzerine 100 top daha ilave ettiler. Limanlardaki tüm gemilere el koydular. Başlangıçtaki korku yerini rahatlamaya bırakmıştı.

1453 Şubat’ının ilk günleri Sultan Harp Divanı’nı bir kez daha topladı. Mehmet tüm divan üyelerini tek tek inceledi. Merakla O’na bakıyorlardı. Birden Çandarlı’ya:

“Lala yarın sancaklar cebehaneye[18] dikilsin” deyiverdi. Bir anda nefesler tutulmuştu. İlave etti:

“Lala, vezirlerim, paşalarım yarın sabah namazından sonra konaklarınızın önüne tuğlarınızı dikin”. Sözünü henüz bitirmişti ki herkes birbirine sarılıp kutlamaya başladı. Bir anda padişah huzurunda olduklarını unutmuş çocuklar gibi mutlu olmuşlardı. Sonra sırayla Sultan’ın elini öptüler. Bu bir birlik yeminiydi. Ertesi sabah gün doğduğunda sefer alametlerini[19] gören Edirneliler meraklandı. Birkaç saat sonra seferin İstanbul’a olacağını öğrendiklerinde bu defa tüm şehir heyecan ve mutluluktan ağlamaya başlamıştı.

Aynı sabah, derin kar-şiddetli soğukta, Muslihiddin Ağa, 800 topçu ve 5.000 süvariyle, Urban’ın döktüğü ilk topu İstanbul’a götürmek üzere marşlar ve “gaza mübarek ola” nidaları eşliğinde Edirne’den yola çıktı. Bir hafta sonra ise diğer 3 Şahi topu ile irili ufaklı onlarca top ve 6.000 topçu askeri Topçubaşı Rıza komutasında yola çıktı. Kafile ancak 2 ayda İstanbul’a ulaşabilecekti.

Pek çok konuda sıra dışı bir insan ve lider olduğunu tarihe ispat eden Sultan Mehmet ateş desteği ve topçuluk kavramında da bizzat çığır açmış, ortaya koyduğu konsept sonraki yıllarda tüm orduları etkilemişti. Trigonometri ve balistik bilen Mehmet’in topçuluğa getirdiği yenilik dört başlık altında incelenebilir.

Birincisi dönemin topları ucuz metallerden genellikle demirden üretilirdi. Mehmet topları ideal tunç karışımı ile ürettirmeye başladı ki Avrupa bu standardı 100 yıl sonra yakalayacaktı. Bu alaşım topların seri atışlarda geç ısınmasını ve kısa sürede elden çıkmasını önledi.

İkincisi, o güne kadar topların menzili ortalama 300-400 metre, gülle ağırlıkları 3-70 kg arasında idi. Bu menzil ve gülle ağırlığı, kale duvarlarında etkili olamıyordu. Mehmet başta Şahi olmak üzere, bacaluşka, balyemez ve şaykalarla hem menzil hem de gülle ağırlıklarını arttırdı, kaleler artık güvenli garnizonlar olmaktan çıktı. Bu doğrudan harekât planlarını etkiledi.

Üçüncüsü, tarihte ilk kez Mehmet topları 4 veya 6’lı gruplar (batarya) halinde kullanarak kütle ateşi kavramını ortaya koydu. Aynı anda aynı noktaya ateşlenen 1 yerine 4-6 namlu, inanılmaz bir etki bırakıyordu.

Dördüncüsü ise o güne kadar sürekli ve isabetli atışlarla gülleleri yüksek duvarlardan aşırıp şehrin içine düşürecek, balistiği hesaplanmış silah henüz icat edilmemişti. İşte Mehmet’in dehası burada da devreye girdi. Havan[20] silahını dünya harp tarihine, bizzat tasarlayarak Mehmet kazandırdı.

Bu topların kuşatmadan sonraki yıllarda akıbeti maalesef belli değil. Fakat imalat kalitesi ve balistik hesaplamaları bakımından, çağının ne kadar ilerisinde olduğunu anlamak için şu anekdotu anlatmadan geçmek istemem. 1464 yılında Ali Usta tarafından, kuşatmada kullanılan Şahiler ile aynı tasarım ve tekniklerle, fakat daha küçük çapta yapılarak Çanakkale boğazında Kilitbahir’de mevzilendirilen başka bir top, yapımından tam 343 yıl sonra, 1807’de İngiliz Donanmasının İstanbul’u işgal etmek maksadıyla, Çanakkale Boğazını geçişi esnasında kullanıldı. Top o kadar muntazam çalıştı ki; bir İngiliz gemisini batırdı. Bu olayın İngiltere tarafından asla unutulmadığı sonradan görülecekti. Kırım Savaşında destek için Türkiye’ye gelen İngiliz General Lefroy, 1856 yılında İngiltere adına resmi başvuru yaparak bu topun satılmasını talep etti. Osmanlı Devleti ”Türk kendine ait silahı asla satmaz” gerekçesiyle isteği geri çevirdi. İngiltere ısrarcıydı. Sultan Abdülaziz 12 yıl sonra 1868’de Avrupa’ya yaptığı seyahatte, topu İngiliz Kraliçesi Victoria’ya bizzat hediye ederek bir jest yaptı. Bu top bazı kaynaklarda İstanbul’un fethinde kullanılan 2. Mehmet’in yaptırdığı Şahi toplarından biri gibi anılsa da gerçek yukarıda ifade ettiğim gibidir.

Dönelim konumuza. Topçu Ocağı intikaline devam ederken, Karaca Paşa da 15.000 süvariyle, Mesebria (Misivri), Anchialos (Ahyolu), Bizua (Vize) kalelerini aldı. Selybmraa (Silivri) kalesi direniyordu, vakit kaybetmedi, küçük bir kuvvet bırakarak kuşatmayı devam ettirdi, kendisi Ayastefanos (Yeşilköy) önlerine geldi. Bizans Ordusu bu akınlara hiçbir müdahalede bulunamamıştı.

Konstantinopolis’e İntikal

23 Mart 1453 Cuma gecesi. Davullar cenk havası vuruyor, kösler yeri titretiyor, meşaleler ortalığı gündüz gibi aydınlatıyordu. İki yıllık hazırlığın sonuna gelinmişti. Mehmet etkileyici bir konuşma yaptı. Askerler birbirleri ve aileleri ile helalleşti. Anadolu Eyalet Askerleri (Anadolu Tımarlı Sipahileri) hariç Ordu-yı Hümâyûn yola çıktı[21].

Osmanlı ordusu, tıpkı taarruz eder gibi hilal şeklinde yürürdü. Ordunun öncüsü üç gün önce yola çıkan Akıncılardı. Ordunun hemen önünde en seçkin süvariler olan Pişdarlar, sağında hazine arabaları, Kapıkulu Süvarileri, Rumeli Eyalet Askerleri (Tımarlı Sipahiler) bulunurdu. Solunda ordunun ağırlıkları, Kapıkulu Süvarileri ve Anadolu Eyalet Askerleri (Tımarlı Sipahiler) yer alırdı. Geride ise artçı Dümdarlar bulunur. Bu koca kütlenin senkronizasyonunu ise aralarda serbestçe hareket eden Topuzlu Çavuşlar sağlardı.

Bu ordu öncekilere benzemiyordu. Son derece güçlü, modern ve eğitimli idi. Tüm askerlere dikimevlerinde, birliklerinin görevine ve rütbesine uygun yeni elbiseler dikildi. Binlerce sivil gönüllü orduyu takip ediyordu. Mehmet’in yanında hocaları, Molla Gürani, Molla Hüsrev, gönül ehli Akbıyık Sultan vardı. Akşemseddin 3.000 dervişle kuşatmaya katılmıştı. Şehzadeliğinde bir süre Mehmet’e hocalık da yapan Akşemseddin kuşatma boyunca Mehmet’in yanından ayrılmayacak en ümitsiz anlarda bile O’nu destekleyecek, motive edecekti.

30 Mart 1453 Cuma sabahı Anadolu Tımarlı Sipahileri Mehmet’i Silivri’de karşıladı. Şimdi ordu tamam olmuştu. Avrupa’nın en büyük ve en güçlü ordusu Genç Hünkar’ı geçit resmi ile selamladı. Osmanlı donanması da Çanakkale’den Marmara’ya girmişti. Mehmet’in keyfine diyecek yoktu.

İmparator Konstantin savaş konseyini çok acil topladı, şehrin ve savunmanın son durumunu görüştü. Yiyecek ve içecek stokları yeterliydi. 3 yıl yetecek kadar şarap, sekiz on ay yetecek kadar yiyecek vardı. Tüm sarnıçlar da su dolu idi. Haliç̧ girişinde, aşılmasının imkansız olduğu defalarca test edilen ve ileride aşılmasının imkânsız olduğu tekrar anlaşılacak bir önlem alınmıştı. Nicolò Barbaro’nun gözlemlerine göre, Haliç’in girişini kapatmak üzere eski gemiler ve variller kalın zincirlerle birbirine bağlanarak Sarayburnu ile Galata arasına yerleştirilmişti. Ayrıca 12 Bizans savaş gemisinin yanı sıra Papa’nın gönderdiği 3 büyük kadırga[22], Sakız ve Mora’dan gelen gemilerle beraber, içi savaşçı dolu 20 gemi Haliç’te savunmaya katılacaktı. Rum Ateşleri’nin tamamı da surlardaki yerini almıştı.

3 Nisan 1453 Salı günü ordu Ayastefanos’a girdiğinde, Karaca Paşa buranın kontrolünü sağlamış, Kazmacılar[23]ise çoktan ordugahı kurmuştu. Kuşatma için son hazırlıklar yapıldı. Askerler yeni elbiselerini giydi. Zırhlarını kuşandı. Adeta bayram için hazırlanıyorlardı. Sevinç ve mutluluk hakimdi. Mehmet harekât planının tüm detaylarını Paşalarla burada paylaştı. Harita üzerinde birliklerin tertibi, ateş desteği, ikmal vb konular konuşulduktan sonra yıllardır kafa patlattığı taarruz planından bahsetti. Buna göre şehre 3 ana bölgeden taarruz edilecekti:

  1. Haliç Surları
  2. Tekfur Sarayı Önü: Caligaria (Eğri Kapı) ve Ragia Kapıları
  3. Lykos Vadisi (Bayrampaşa)

Kuşatmanın İlk Günü

6 Nisan 1453 Perşembe, Kuşatmanın İlk Günü: 1.000 yıllık tarihe sahip İmparatorluk bakiyesi ile 150 yıllık maziye sahip İmparatorluk adayı iki devlet karşı karşıya geldi. Biri Tanrı İsa Mesih’e, Hz. Meryem’e, Rum Ateşi’ne ve geçit vermez surlarına diğeri Allah’a, şehadete olan inancına, güçlü ordusuna ve toplarına güveniyordu. Mehmet ordugâhını, tam 30 yıl önce babasının kurduğu yere Maltepe Sırtlarına Tekfur Sarayı’nın karşısına kurdu.

Osmanlı Ordusu, İshak Paşa komutasındaki Anadolu Tımarlı Sipahileri sol kanatta, Karaca Paşa komutasındaki Rumeli Tımarlı Sipahileri sağ kanatta, Sultan Mehmet komutasındaki Yeniçeri ve Kapıkulu Ocakları ise merkezde olmak üzere, İstanbul surlarının yaklaşık 1.000 metre önünde, Pentapirgi (Yedikule Kapısı)’den Kliomene (Ayvansaray Kapısı)’ye kadar adeta bir hilal gibi tertip aldı.

Haliç’in diğer tarafında Pera (Taşkışla, Beyoğlu, Küçükpiyale)’da ise Zağanos Paşa kuvvetleri konuşlandı. Osmanlı Ordusu kara ordusu 60.000[24] savaşçıdan oluşuyordu. Ayrıca 6.000 topçu ve 70 top ile 10.000 deniz Azep[25] Askeri ve 150 gemi bulunuyordu. Sırbistan da 1.500 asker gönderdi. Bu askerlerin bir kısmı madencilikte ustaydı ve lağım açmaları için Mehmet tarafından özellikle istenmişti. Ayrıca Karamanoğlu Beyliği de asker göndermişti.

Bizans Ordusu ise yaklaşık 11.000 savaşçıdan oluşuyordu. Bunların içinde Venedik ve Ceneviz’den gelen 3.000 seçkin şövalye ile Şehzade Orhan’a ait 600 kişilik kuvvet dahildi. Orhan, kuşatma boyunca, Pentapirgi (Yedikule Kapısı) ile Nea Porta (Yeni Kapı) arasında, Osmanlı Ordusuna karşı Bizans’ı savundu. Ayrıca şehirde yaşayan yaklaşık 80.000 kişi İmparatorluk tarafından savunma amacıyla görevlendirilmişti. Bazıları destek hizmetlerde (sur tamiri, asker yiyecek içeceğinin taşınması, silah yapımı vb) çalışırken bir kısmı da bizzat silahıyla savunma yapıyordu.

Mehter çalmaya başladı. Osmanlı Ordusunun geldiğini duyan Bizanslılar biraz da merakla surlara akın etmiş, Ordunun ihtişamı karşısında adeta dilleri tutulmuştu. Son günlerde esen güven rüzgârı yerini bir anda korkuya bırakmıştı. Osmanlı ordusunun cesamet ve disiplini, sürekli vuran kös ve davulların sesiyle birleşince ortaya inanılmaz bir manzara çıktı. Bizans, kilise çanlarını ritmik ve mütemadiyen çalarak Osmanlı köslerine karşılık verdi. Ama sur içinde moraller çoktan bozulmuştu. Ortalık panayır yeri gibiydi. Kuleler, mancınıklar kuruluyor, sahra mutfakları her öğün 100.000 kişiyi doyuracak yemek üretiyor, su ikmal hatları inşa ediliyor, tamir tezgâhları yapılıyordu. Henüz Şahi topları intikallerini tamamlamamıştı.

7 Nisan 1453 Cumartesi Sabahı: Sultan Mehmet, bir İslam geleneği gereği, Mahmut Paşa önderliğinde elçi heyetini İmparator Konstantin’e gönderdi. Heyet İmparator’a “Şehri harp yapılmadan telim ederse hiç kimseye dokunulmayacağını, İmparator’a toprak verileceğini ya da isterse Mora’ya gidebileceği, halkın dil ve dininde serbest olacağını ama şehri teslim etmezse zorla alınacağını, hepsinin esir edileceğini ve şehrin talan edileceğini” söyledi. İmparator cevaben “Şehri vermemeye yeminli olduğunu, ölmeden teslim etmeyeceğini ama kuşatmadan vazgeçilirse Osmanlı Devleti’ne vergi vermeye razı olduğunu” söyledi.

O sırada Mehmet son keşfini yapıyordu. Yanına Şehabettin Paşa ve Mimar Muslihiddin’i alarak Zağanos Paşa’nın yanına Pera sırtlarına gitti önce. Galata’ya yaklaşarak Haliç’i seyretti. Bizans, çok iyi teçhiz edilmiş 9 kalyonu[26]Haliç’te zincire paralel olacak şekilde sıralamış ve aralarına eski gemiler de koyarak birbirine bağlamıştı. Bu çok güçlü ateş desteği olan ikinci bir savunma kademesi demekti. Ayrıca 11 kadırga Haliç içinde serbestçe devriye görevi yapmaktaydı.

Mehmet daha sonra Diplonsiyon (Beşiktaş)’a geldi. Konuşmaya başladılar. Mehmet babası dahil önceki orduların kuşatmayı karadan yaptığını, bu sebeple İstanbul’u alamadığını oysa Haçlıların Haliç’e girerek şehri hemen aldıklarını biliyordu. Haliç’e girmenin ise görünen iki yolu vardı. Ya zinciri kırıp doğrudan girecekti, ki bu çok zor gözüküyordu. Ya da Galata’yı karadan işgal edeceklerdi. Ama bu durumda, şu an kuşatmaya görünür bir tepki göstermeyen Venedik ve Cenevizlilerin düşmanlığı kazanılmış olacaktı. Her ne kadar Pera işgal edilmesi zor bir yer değilse de iki güçlü devleti işe karıştırmak bu zamanda iyi olmazdı. O halde o zincir mutlaka kırılmalıydı. Zağanos Paşa 1.000 yıldır o zincirleri kıran olmadığını söyledi. Mehmet cevap vermedi uzun uzun boğazı seyretti. Sessizlik o kadar uzadı, Mehmet o kadar daldı ki Paşalar nefes almaya çekindiler.

Stefan Zweig’ın ‘bir hülya adamı hem de düşlerini gerçekleştirmekte eşine ender rastlanana bir hülya adamı olarak tarif ettiği Mehmet, birden başını kaldırdı her zamanki üslubuyla, sert ve seri halde talimatlar vermeye başladı:

“Donanma Haliç’e denizden değil karadan girecek. Baltaoğlu Süleyman gemileri şu koya (Dolmabahçe-o tarihte deniz henüz doldurulmadığından orası koydu) demirleyecek. Aylar önce, kendisine buraya gelirken 70 kızak, bolca tel ve makara teller, 30 tane de ırgat[27] getirmesini söyledim. Bu iş için 4.000 kalas lazım olacak. Bu kalasların boyları 3-4 metre çapları 5-6 bilek olmalı. Cenevizlilerden 2 ton yağ alınacak. Lala (Zağanos Paşa) bu işleri Donanma gelinceye kadar senin askerler yapacak. Süleyman Paşa gelir gelmez birlikte çalışacaksınız. Şimdiden yolu tesviye et, ama gizli tut, gece çalış. Emrine Mimar Muslihiddin’i de verdim” diyerek bugünkü Dolmabahçe-Kumbaracı Yokuşu-Asmalı Mescit-Tepebaşı-Kasımpaşa güzergahını tarif etti. Herkes şaşkınlık içindeydi, hepsi donup kalmıştı. Şehabettin Paşa dayanamadı:

“Hünkarım görülüyor ki siz bunu çok önceden planlamışsınız, ama…” diyecek oldu. Mehmet’in tarihi çok iyi bildiğini unutuyordu:

“Paşa bu yeni bir şey değil. Heredot, Argonatların gemilerini karadan yürüttüğünü yazar. Pelepones Harplerinde Ispartalılar, Aguste Koret Boğazında, Normanlar Sen Nehrinde aynı şeyi yaptı. Keza Venedikliler 1439’da gemileri Adige’den Verona’yı aşırıp Garde gölüne indirdi. Hatta Avarlar bunu 960 yılında Haliç’te başardı ama gemileri kıyıya çok yaklaştırdıkları için Rum Ateşi tüm gemilerini yaktı. Biz neden yapmayalım?”. Paşalar bir kez daha donup kalmıştı.

Aynı gün öğleden sonra, Sultan Otağ-ı Hümayun’a dönünce Sadrazam Çandarlı Halil Paşa İmparator’un cevabını iletti. Mehmet yaşanacak kayıpları düşünerek üzüldü. Ama artık geri dönüş yoktu, çıbanın başı ezilmeliydi. Bizans Oyunları, Türk Beylikleri ile ittifaklar, sıkıştıkça taht adayı şehzadeleri kışkırtması artık sona ermeliydi. Saat geri saymaya başlamıştı.

Tamamen emniyete alınan kuşatma alanına Sultan’ın tarif ettiği gibi tüm toplar mevzilendirildi. Ayios Romanos (Topkapı)’taki topa önceden planlandığı gibi tek bir atım yapması emri verildi. Top o kadar şiddetli ses çıkarmıştı ki tüm cephe hatlarında ve şehrin içinden duyuldu. Paşalar ve askerler bu atımın ihtiva ettiği anlamı çok iyi biliyorlardı. Biraz sonra, şehri kuşatan Osmanlı hatlarında sevinç Bizans’ta ise endişe iki katına çıktı.

Osmanlı Ordusundaki sivil gönüllüler[28] sabırsız ve korumasız bir şekilde surlara yaklaşarak coşku içinde bağırmaya başladılar. Tam bu sırada hiç beklenmeyen bir olay oldu. Charisius (Edirne Kapı)’un uzun köprüsü gıcırdayarak indi. Demir kapılar açıldı. Sivil gönüllüler şaşkınlık içinde bakarlarken tamamen zırhlanmış yaklaşık 700 atlı sivil gönüllülerin arasına daldı. Kimse ne olduğunu anlamadan önlerine geleni biçtiler. Elinde silah dahi bulunmayan bu sivillerin çoğu kaçamadı. Rumeli Tımarlı Sipahileri durumu anlayıp, toparlanarak müdahale etmek için harekete geçinceye kadar atlılar çıktıkları kapıdan geri girdi. Hiç ummadıkları bu hareket karşısında Türk hatları şaşkınlık içindeydi. Sultan karşılık vermedi, henüz zamanı değildi.  İkmal sistemi henüz tam kurulmamış, tüm toplar mevzilenmemişti. Ama bu tedbirsizlik de bir daha tekrarlanmamalıydı. Tüm siviller cephe gerisine çekilerek sıkı önlemler alındı. Bu hareket Bizanslıların maneviyatını çok yükseltti. Şehirde bayram havası esti. Tarabya ve Studio (Rumeli Kavağı) Kaleleri alınarak cevap verildi.

9 Nisan 1453 Pazartesi Öğle Saatleri: İlk Şahi topu, Otağ-ı Hümayun ile Caligaria (Eğri Kapı) arasına mevzilendirildi. 20’ye yakın demir, taş ve mermer gülle de topun yanına indirilmişti.

10 Nisan Salı Günü: 5 yürüyen kule aktif hale getirildi. Diğer 3 Şahi Ayios Romanos (Topkapı), Charisius (Edirne Kapı) ve Porphyrogenettos (Tekfur Sarayı)’a mevzilendirildi. Bunların da yeri bizzat Sultan Mehmet tarafından tespit edilmişti. İrili ufaklı toplardan oluşan 14 batarya ise yine Mehmet’in talimatına göre mevzilendirilmişti.

12 Nisan Çarşamba, Kuşatmanın 7. Günü: Bugün Bizans için çok kötü bir gündü. Sabah erken saatlerde ilk Şahi güllesi Kommene Surları ile buluştu. Deprem gibi sarsmıştı. Mehmet Caligaria (Eğri Kapı)’da topun başındaydı.

Arkasından tüm bataryalar topçu atışına başladı. Bu cehennemi ateşler tam 6 hafta sürecekti. İki gündür Şahileri gören Bizanslılar gözlerine inanamamıştı. Şimdi sesini ve etkisini de gördüler. Önce kulakları sağır eden korkunç bir gürültü, arkasından simsiyah barut bulutu, güllenin surlardaki öldürücü sesi ve sarsıcı etkisi nihayetinde dakikalar süren toz-duman. Özellikle taş ve mermer gülleler binlerce parçaya ayrılıyordu. Halk güllelerin etkisini azaltmak için duvarlardan aşağı hayvan derileri ve pamuk balyaları sarkıtıyor, ama bunlar çoğunlukla işe yaramıyordu.

Toplar başlangıçta 9 metre kalınlığında surlarda gedik açamadı. Ama topçular şöyle bir yöntem geliştirdiler: küçük toplarla surun herhangi bir noktasında büyük bir daire çizecek şekilde 5-6 atım yaparak taşları sarsıyor daha sonra 1 Şahi güllesini bu atımların ortasına gelecek şekilde atarak 2-3 m çapında gedik açıyorlardı. Bu gediklerden geçmeye çalışan askerler Bizans okçuları ve Rum Ateşi ile şehit ediliyor, Şahilerin atış sürati 2-3 saatte 1 atım olduğu için, gedikler bir türlü genişletilemiyordu. Çünkü Bizanslılar atış fasılalarında surları süratle sepet, fıçılar, taş, tahta, toprak vs. ile tamir ediyorlardı. Bu haftalarca böyle devam edecekti.

Aynı dakikalarda Baltaoğlu Süleyman Paşa sözünü tutmuş hem 2 yıldan az bir sürede koskoca bir armada yapmış hem de istenilen gün ve saatte getirmişti. Avarlardan sonra Türkler, Konstantiniyye’yi ikinci defa denizden de abluka altına alıyordu. Denizde donanma gemilerinde davullar vuruyor, karada toplar gürlüyor artık çağ değişiyordu.

13 Nisan Cuma Günü: Kaptan Paşa Süleyman tarafından, Prikipos (Büyük Ada), Kınalı, Burgaz ve Heybeli Adaları alındı.

17 Nisan Salı Günü: Lykos Vadisi (Bayrampaşa)’nde surlarda büyük bir gedik açılmış topçular bir an olsun ateş kesmeden gediği genişletmişti. Mehmet tüm kuleleri, Kapıkullarını ve Karaca Paşanın önemli bir kuvvetini buraya kaydırdı. Ertesi gün taarruz emri verecekti.

18 Nisan, Kuşatmanın 13’üncü Günü: Gece saat 02.00’da Sultan Mehmet ilk taarruz emrini verdi. Birlikler belli bir düzenle, önce sessizlik içinde surlara yaklaştı. Kuleyi fark eden Bizanslılar topları ateşledi. Lykos Vadisi mahşer yeri gibiydi. 5 kule ve yüzlerce merdiven surlara dayandı. Fakat Bizanslılar çok sert karşılık vermişti. Açılan gedik her ne kadar öncekilere göre büyükse de taarruz eden birlik için çok küçüktü. Dar alanda muharebe sabah saat 6’ya kadar sürdü. Şehre girilemedi. Çok kayıp verilmiş, başarısız olunmuştu. Topkapı’daki yürüyen kule burçları yıkmayı başarmış ise de o da Rum Ateşi’ne kurban gitti, kısa sürede yandı.

Aynı gece, Kaptan Paşa Süleyman kadırgalara demir aldırarak Haliç’e yanaştırdı. Zinciri kopartmayı deneyecekti. Haliç ağzına gelir gelmez Bizans gemilerinin müthiş topçu salvosu ile karşılaştı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Dik hareket etse gemilerin topları Bizans gemilerinden ayrılıyor, ateş edemiyor, yan gitse Bizans gemilerinin salvoları göz açtırmıyordu. Zincire bağlı kadırgalara rampa etti ama başarısız olmuştu. Engeli geçemedi. Bir daha Haliç’e denizden girmek için hiç teşebbüste bulunulmadı. 18 Nisan kötü bitti.

20 Nisan daha kötü olacaktı. Marmara açıklarında Papa’nın gönderdiği 5 kalyon gözüktü. Tecrübesiz Türk Denizcileri henüz birkaç ay önce yapılan iyi teçhiz edilmiş onlarca kadırga ile davullar, trampetler, naralarla atılganca taarruz düzenine geçti. Fakat bu kara savaşlarına benzemiyordu. Papalık kalyonlarının hem Türk kadırgalarından yüksek oluşu hem de Cenevizli kaptan ve mürettebatının tecrübe ve ustalıkları sayesinde Türk kadırgalarının üstünlük sağlamasına izin vermediler. Rüzgârın da yardımıyla Haliç’e girmeyi başardılar. Bu inanılmaz olay karşısında Mehmet küplere binmiş ve rivayete göre atını denize sürmüştü. Hemen o gün Kaptan Paşayı azlederek yerine Hamza Bey’i getirdi. Kara muharebeleri de sonuçsuz kalmış, surlarda önemli bir gedik açılamadığı gibi çok şehit verilmişti.

22 Nisan, Kuşatmanın 18. Günü: Türk hatlarını uyandırmak ve Bizanslıları korkutmak için gün ağarmadan hemen önce yine bir Şahi topu gürledi. Kuşatmanın 7. gününden beri Sultan Mehmet’in emriyle bu atım her gün yapılıyordu. Ortalık aydınlanmaya başlayınca Bizanslılar gözlerine inanamadı. Türk Donanması Haliç’te idi. Saydılar, tam 72 gemi vardı. Üstelik Haliç girişindeki zincir ve Bizans gemileri de yerinde duruyordu. Zağanos ve Hamza Paşalar, binlerce askeri ile 21 Nisan gecesi boş durmamış insan üstü bir gayretle 72 parça küçük gemiyi yaklaşık 5-6 km kara yolundan yürüterek Haliç’e indirmişlerdi[29]. Bir müddet sonra Türk kadırgaları Bizans ve Papalık gemilerine taarruz etti. Fakat bu gemilerin Türk gemilerini çok meşgul edeceğini, hatta bir kısmı Haliç’te büyük kısmı Beşiktaş’ta olan Türk Donanmasının kuşatma boyunca hiçbir işe yaramayacağını o anda kimse bilmiyordu. Kuşatma boyunca gemiler adeta köşe kapmaca oynamış, Türk gemileri birkaç Bizans ve Papalık gemisi batırmayı başarmış ama belirgin üstünlük sağlayamamıştı. Türk kaptanları atılganlıkla mücadele edecek ama tecrübesizlikleri sebebiyle etkili olamayacaktı. Bu durum daha sonra büyük ders olacaktı Osmanlıya.

İmparator’un son birkaç gündür devam eden keyfi bu haberle yerle bir oldu. Koca donanmanın bir gecede karadan yürütülerek çok iyi korunan Haliç’e girmesi tüm moralini bozdu. Üstelik biraz sonra Türk kara ve deniz topçusu ortalığı yine cehenneme çeviren atışlarına başlamıştı. Bu defa Haliç’teki Türk gemileri Haliç kıyısındaki surları da dövüyordu. Bizans her yerden kuşatılmış, Türkler her yerdeydi. Aynı gün Zağanos’un askerleri Haliç üzerinde Hasköy Ayvansaray arasına fıçılarından köprü yapmaya başladı. Bu köprü Pera’daki askerlerin Haliç surlarına ulaşması demekti. Şahi toplarının mevzileri değiştirildi. Biri de Lykos Vadisine alınmıştı. Kara bombardımanı devam ediyor, hava karardıktan sonra merdiven ve kulelerle surlara çıkılmaya çalışılıyor ama başarı sağlanmıyordu.

Baskı Bizans’ı çok bunalttı. Bu defa Konstantin Mehmet’e elçi gönderdi “Devletimin verebileceği en yüksek vergiyi vermeye razıyım. Başka şartları da görüşebilirim, yeter ki kuşatmayı kaldır”. Mehmet’in cevabı kısa oldu ”Ya ben Bizans’ı alırım ya da Bizans beni”.

Durmadan yeri göğü inleterek surları döven ve en zayıf noktaları bulmak için sürekli yerleri değiştirilen topların yanında davul, kös ve boru sesleri, Bizanslılarda büyük bir tedirginlik ve korkuya yol açıyordu. Nicolo’ya göre Türk askerlerinin Konstantinopolis semalarında yankılanan tekbir sesleri, sabahlara kadar devam eden ve Anadolu yakasından bile duyulan savaş naraları, haykırmalar halk üzerinde korkunç̧ bir etki bırakıyordu.

16 Mayıs, Kuşatmanın 41. Günü: Osmanlı askerlerinin surların altına doğru ilk günden beri kazdığı lağımlar Bizanslılar tarafından ilk defa o gün fark edildi. Türklerin açtığı lağımları bulup çökertmeye, bunların karşısına lağımlar açarak içini dumanla ve suyla doldurup kullanılmaz hale getirmeye başladılar. Tüneller çoğunlukla Caligaria (Eğri Kapı)’da civarında surlara 500 metre mesafeden kazılıyordu. Savaş artık yer altına da inmişti.

Her iki taraf da karşı tarafın verdiği mücadeleyi şaşkınlık ve takdirle takip ediyordu. Bizanslılar topların açtığı gedikleri kısa sürede üstelik çok sağlam kapatıyor, lağımların yerini bulup etkisiz hale getiriyor, Türklerin toprakla doldurduğu hendekleri hemen boşaltıyorlardı. Türkler de gemileri karadan yürütüyor, ölümü hiçe sayarak surlara atılıyor, gece şartlarında 4 saatte muazzam bir yürüyen kule inşa ediyorlardı. 18 Mayıs sabahı karşılarında koca kuleyi gören Bizanslılar hayretler içinde kalmıştı. Surların on adım ötesinde, dışı öküz ve deve derileriyle kaplanmış̧, içinde tırmanma merdivenleri bulunan, onlarca asker ya da tonlarca toprak (hendekleri kapatmak için) taşıyabilen tekerlekli ahşap bir kule duruyordu, dün yoktu. Kuleden hayranlıkla bahseden Venedikli Nicolo, “Konstantinopolis’teki bütün Hıristiyanlar bu çapta bir şey yapmak isteselerdi bunu bir ayda dahi başaramazlardı” diye yazmış̧ ve imparatorla adamlarının bu muhteşem şeyi görünce korkudan düşüp bayılacak gibi olduklarını belirtmişti. Surların aşılmasında bu kule ileriki günlerde çok işler yapacaktı.

Kuşatma başlayalı 1,5 ay olmuş ve henüz netice alınamamıştı. Gerek karar gerekse hazırlık aşamasında kuşatmaya karşı olan Çandarlı Halil Paşa Sultan’ı kuşatmayı kaldırmaya ve Bizans’tan alınacak yüklü bir vergi karşılığı Edirne’ye dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. Çandarlı kuşatma boyunca gizli ya da açıktan, şehrin zapt edilemeyeceğini, Papalık donanmasının her an gelebileceğini, Haçlıların yolda olduğunu söyledi hep. Bu anlarda Sultan Mehmet yanında Akşemseddin, Molla Gürani, Şehabettin, Saruca ve Zağanos’u buldu. Çandarlı’nın Bizans’tan binlerce altın rüşvet aldığını, ki hiçbir zaman ispat edilemedi, bu sebeple fethe karşı olduğu fısıltıları ortada dolaşıyor ama Mehmet bunlarla vakit kaybetmek istemiyordu. Halil kuşatmaya karşı olsa da son derece iyi yetişmiş, devlet bürokrasisine, Paşalara ve orduya hâkim, sözünü dinleten ve iyi iş takip eden biriydi.

25 Mayıs 1453 Cuma, Kuşatmanın 50. Günü: Macar Heyeti ordugâha gelerek Osmanlı ve Macaristan Devletleri arasındaki barış antlaşmasının tek taraflı feshedildiğini, Mehmet kuşatmayı kaldırmazsa Macaristan’ın Bizans lehine savaşa dahil olacağını bildirdi. Ortalık bir anda karıştı.

Mehmet Harp Divanını toplayarak görüşleri aldı. Tıpkı 20 Eylül 1452 sabahı Edirne’de olduğu gibi Divan’da yine önemli görüş ayrılıkları vardı. Çandarlı ve ekibi, “Haçlı Ordusunun ve Papalık Donanmasının her an gelebileceğini, Macaristan’ın niyetinin belli olduğunu, Karamanoğlu askerlerinin gevşek davrandığını ve Osmanlı Ordusunu arkadan vurabileceğini” söylüyorlardı. Zağanos ve arkadaşları ise kuşatmanın neden devam etmesi gerektiğini anlatıyordu. Tartışmalar şiddetlenmişti.

Mehmet için gerçekten çok zor bir andı. Her şeyi tekrar ve hızlıca düşündü. İlk saltanat günlerini hatırladı. Macar Kralı bir çocuktu. Türk Düşmanı Kral Naibi Janos Hunyad ise görevinden yeni azledilmişti. Macarların kısa sürede savaş hazırlıklarını yapıp intikal ederek gelmesi imkansızdı. Papalık Donanmasının yola çıktığı istihbaratını Mehmet de çoktan almıştı ama yetişmeleri mümkün değildi. Haçlıların ordu topladığına ilişkin bir bilgi ise hiç gelmemişti. Ordusu güçlü, topları kudretliydi.

Duygusal davranıp ihtiyar kurt Çandarlı’nın anlattıklarını da yabana atmıyor, gerçeklerden kopmak istemiyordu. Çok şehit vermiş ama sonuç alamamıştı. Bunun yanında çok güvendiği donanma etkisiz kalmış, lağımcılar hiç varlık gösterememişti. Surlar hem iyi dayanıyor hem de çabuk onarılıyordu. Bizanslıların direnci ise hiç beklemediği kadar iyi ve inatçıydı. Gizliden gizliye İmparator’u takdir etmekten kendini alamıyordu. Kuşatma tahmin ettiğinden daha fazla uzamıştı. Çok çaresiz kaldığı tam o anda o ana kadar hiç konuşmayan Akşemseddin tek bir cümle kurdu:

“Korkma, şehri alacaksın”. Sarsılmıştı. Kulakları uğuldamaya başladı. Zihninde bu cümle dönüp duruyordu. “Korkma şehri alacaksın”. Mehmet kendini bildiği yaştan beri bu Kızılelma ile[30] yaşamıştı ve kolay pes etmeye niyeti yoktu. Zaten önceki tüm İstanbul kuşatmalarının da zorlu ve uzun süreli olduğunu biliyordu. Hayır! Hedefinden hemen vaz geçmeyecekti.

“Pes etmeyeceğiz. Tüm gücümüzle, her şeyimizle tekrar taarruz edeceğiz. Kimse yetişemeden bu iş bitecek”. Çandarlı tek kelime edemeden Divan dağıldı.

Paşalar askerlere o gece öyle büyük ve çok ateş yaktırdı ki tarihte bir daha gökyüzü geceleyin hiç bu kadar aydınlanmadı. Bu ateşler şehir düşünceye kadar hep yanacaktı. Tarihçi Dukas bu olayı “Karada ve denizde Türklerin yaktığı ateş ve ışıklar, Konstantinopolis’i, Galata’yı ve Üsküdar’ı hatta denizi güneşten daha fazla aydınlatıyordu” diye anlatır. Mehter daha bir başka çalmaya başladı.

27 Mayıs’ta bataryalar hiç durmadan ateş etti. Surlarda üç yerde gedik açıldı ve topçular o gedikleri artık Bizanslıların onarmaları imkânsız hale gelecek kadar genişletmeyi başardı. En büyüğü Lykos Vadisinde, ikinci büyük gedik Tekfur Sarayının önünde, üçüncüsü ise Pigi (Silivri Kapı)’da açıldı.

Mehmet haberleri alınca geniş kapsamlı bir toplantı yaptı. Bu toplantıya yüzbaşıdan başlayarak tüm komutanları çağırdı. Azim, namus ve itaat üzerine kurulu tarihe geçen uzun bir konuşma yaptı. Son talimatlarını verdi ve hepsine birliğine dönüp, askerlerinin iyice karınlarını doyurup güzelce istirahat ettirmelerini söyledi. Komutanlar yerlerine döndü. 45 gündür hiç susmayan Cehennem Topçusu ilk defa o gece hiç konuşmadı. Herkes susmayı tercih etti. Çadırlar dua eden, sessizce ağlayan askerlerle doluydu.

28 Mayıs 1453 Pazartesi, Kuşatmanın 53. Günü: Sultan 2. Mehmet sabah İmparator’a son kez elçi göndererek teklifini tekrar etti. İmparator yine reddetti. Gün boyu son hazırlıklar yapıldı. Havanın kararması ile bir ölüm sessizliği hâkim oldu yine. Dualar ediliyor, kılıçlar bileniyordu. Yarın dünya tarihi değişecekti. Gece hepsi sahura kalktı.

Bizanslılar ise son 5 aydır ilk kez Ayasofya’da toplanmıştı. İlahiler okundu, dualar edildi, ikonalarla surlarda yüründü ve surlar kutsandı.

29 Mayıs 1453 Salı, Kuşatmanın 54./Son Günü: Mehmet sabah namazını kıldıktan sonra kılıcını kuşandı. Atına bindiği anda Cehennem Topçusu, son kez ama yürekleri hoplatacak atışlara başladı. Aydınlanmakta olan Haliç yarımadası barut ve toz-duman yüzünden tekrar simsiyah olmuştu. Bizans’ta ise çan sesleri yankılanıyordu. Askerler topçu ateş desteği altında önceden planlanan istikametlerden süratle surlara yanaştı. Merdivenler atıldığı anda topçu atışları kesildi, mehter vurmaya başladı.

Tüfek, ok, mızrak, taş, top yağmuru başlamıştı ve çok şiddetliydi. Bizanslılar da aynı şekilde karşılık veriyordu. Rum Ateşi sebebiyle her yer alev alevdi. Türklerin tırmanma merdivenlerini ve kuleleri tahrip etmek için canla başla mücadele ediyorlardı. Türkler pes etmiyor tekrar tekrar merdivenlere tırmanmaya çalışıyorlar, Bizanslılar pes etmiyor bunu engellemeye çalışıyorlardı. Mücadelenin en yoğun olduğu yerler sur kapıları idi.

İlk önce Topkapı ile Edirnekapı arasındaki surlar aşıldı. Kısa bir süre sonra Yedikule’den Haliç-Ayvansaray’a kadar surlar hemen her noktadan geçildi. Manzara korkunçtu. Her iki taraf da kahramanca savaştı. Sultan Mehmet yeniçerilerle birlikte birinci hatta cenk ediyordu. Çok fazla zaman geçmeden “kale fetholundu” sesi duyuldu. Bugün Topkapı dediğimiz Ayios Romanos’a sancak dikilmişti. Askerler bunu görünce hep bir ağızdan tekbir getirmeye başladı. Güneş yükselmeye henüz başlamıştı. Bu dakikadan sonra Haliç dahil tüm taarruz bölgelerinde ikinci surlar da ele geçirildi. Türk ordusu dört bir yandan şehre akmaya başlamıştı. Surlar geçildikten sonra direnç azaldı. Halkın neredeyse tamamı Ayasofya’ya giderek Tanrı tarafından kurtarılmayı bekledi. Zira inançlarına göre; düşman, Çemberlitaş (Konstantin Column)’a kadar gelince gökten bir melek elinde kılıçla inecek, bu kılıcı en zayıf Rum’a verecek ve Tanrı’nın Kavmi’nin intikamını almasını isteyecekti. O anda düşman kaçacak, Bizanslılar da takip ve imha edeceklerdi. Bu yüzden kısa bir sürede çok sayıda insan Ayasofya’da toplanarak kapıları kapatmış, kilisenin kerameti ve bu kehanet ile kurtarılmayı beklemişti.

O gün çok ilginç bir olay oldu. Neokarion’da Vasilin Kulesindeki (Bahçekapı) Girit gemicileri, öğleden sonra saat 14.00 olmasına ve tüm şehir düşmesine rağmen kahramanca direnerek teslim olmamışlardı. Bu durumu öğrenen Sultan Mehmet Giritli savaşçıları takdir etmiş, kuleye yapılan hücumu durdurarak Giritliler’in gemilerine binerek gitmelerine müsaade etmişti.

Sultan 2. Mehmet şehre, maiyeti ile birlikte törenle Edirnekapı’dan girip At Meydanı’nı geçip Ayasofya’ya gitti. Korku ve endişe içinde burada toplanan halkı rahatlatarak yerlere kapanmış Patrik’e “Ayağa kalk. Ben Sultan Mehmet. Bugünden itibaren sen ve halkının hayatı ve özgürlüğü hususunda benden korkmayın” dedi. Şehirden kaçmış̧ olanların evlerine dönebileceğini ve herkesin kendi örf, adetine, dinine göre serbestçe yaşayabileceğini söyledi. İmparator’a 3 kez elçi gönderdiği ve harpsiz şehrin teslimini kabul etmemesi sebebiyle, şehir kılıçla alındığı için askerlerine 3 gün ganimet izni verdi. Ama halka hiçbir kötülük yapmamalarını emretti. Bu emir o dönem için sıra dışı bir emirdi. Bunu tarihten 2 örnek vererek açmak istiyorum:

Byzantion’u Roma toprağı yapan İmparator Septimus Severius’ın yaptığı kuşatma tam üç yıl sürdü. Bizanslılar açlıktan kırılmış, fareleri hatta insan cesetlerini yemeye başlamıştı. Kadınların saçları kesilerek savaşçıların yaylarına kiriş diye gerildi. En sonunda dayanamayıp şehrin kapılarını açtılar. Ama tek karşılaştıkları Roma vahşeti oldu. Romalı Septimus’un askerleri kenti yağmalayıp, halkın büyük kısmını acımasızca kılıçtan geçirdi.

İlk üç haçlı seferinde umduklarını bulamayan Latinler, 1204’de 10 aylık kuşatmadan sonra şehri ele geçirdiler. Sonraki günlerde Bizans halkını vahşice öldürdüler. Pek çok antik, orta çağ Roma ve Yunan eserini ya çaldılar ya da tahrip ettiler. Bunların içinde en acıklıları muhteşem Konstantinopolis Kütüphanesi’nin ve Ayasofya’nın talanı ve tahrip edilmesi idi. Haçlılar sistematik olarak ve merhametsizce yaptıkları bu zulüm yüzünden Katolikler’e duyulan nefret o kadar artmış ki; “Kardinal külahı görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederiz” cümlesi halkın diline pelesenk oldu ve kent Türkler tarafından fethedilene kadar da sürdü.

İmparator Konstantin’in savaşırken öldüğü anlaşılacaktı. Mehmet İmparator’un kendisine yakışır şekilde, törenle defnedilmesini emretti. Yabancı kaynaklar Mehmet’in savaştan sonra hayatta kalan Grandük Lukas Notaras’ı birkaç kez kabul ettiği hatta Notaras’ın hasta eşini ziyaret ettiğini yazar.

MS 196 yılında, İmparator Septimius Severus tarafından Roma İmparatorluğu’na katılan antik Yunan şehri Byzantion, MS 330’da İmparator 1.Konstantin tarafından Konstantinopolis adıyla başkent yapılmıştı. Tam 1257 yıl sonra, başka bir Konstantin, 11. Konstantin’in yönetiminde iken Türkler tarafından fethedildi.

Fatih’i padişahlığının ilk yıllarında ziyaret eden Venedikli Jacopo Languschi, O’nu şöyle tasvir etmişti: “Hoş görünüşlü, ortadan biraz uzun boylu, taşıdığı silahlar nedeniyle korku ve saygı uyandıran, ender olarak gülen, ne düşündüğü asla bilinmeyen, bir senyör gibi cömert olan, bilgiye doymak bilmeyen, cesur ve kararlı. Bu haliyle Büyük İskender’e benziyor”.

Dönemin genel tasvirlerinde ise şöyle anlatılmaktaydı; Her bakımdan üstün zekâlı, çok çalışkan, soğukkanlı, müthiş merak duyan, her şeyi bilmek ve öğrenmek isteyen, hükmetmek için inanılmaz istek ve hırs duyan ve eylem için doğmuş olan bir insan”.

Batılıların Grand Turco (Büyük Türk) dedikleri Fatih, 1481 yılına kadar bizzat 25 sefere katıldı. 30 yıllık hükümdarlığı boyunca 2 imparatorluğa, 4 krallığa, 6 prensliğe, 5 dukalığa son verdi. Babasından 880.000 km² olarak aldığı devleti 2.214.000 km² ‘lik bir imparatorluğa dönüştürdü. Üstün asker kişiliğinin yanında devlet adamı kimliği ile de tarihe damga vurdu. “Fatih Kanunnamesi”, “Atik Kanunname” ve “Kanunname-i Ali Osman” adı verilen yasalar O’nun döneminde hazırlandı. Kendine ait divanı olan ilk padişahtı. Avni mahlasını kullanarak şiirlerini kaleme aldı. Gelenek olduğu üzere padişahların zanaatları vardı. 2. Mehmet de bahçıvanlık, okçu yüzükleri (zihgir), kemer tokaları ve kılıç kınları yaptı.

Fetihten sonra büyük bir imar hareketi başlatan Fatih, 300 kadar cami, 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çeşitli saray, hisar, kale, sur, han ve köprüler yaptırdı. Başta Ayasofya olmak üzere sekiz kiliseyi camiye çevirdi. Bugünün üniversitesi olan Fatih Külliyesi’ni 1470 yılında tamamladı.

Fatih Neden İstanbul’u Almak İstedi?

İstanbul’u almak istemesi kuru bir kavga ve cihangirlik davası mıydı? Yoksa belli amaçlara hizmet ediyor muydu? Gelin bu zorlu kuşatmanın amaçlarına göz atalım.

  • Bizans’ın Osmanlı şehzadelerini kışkırtarak Osmanlı Devleti’nde taht kavgalarına neden olması.
  • Bizans’ın Anadolu Beyliklerini Osmanlı’ya karşı kışkırtarak Anadolu’daki Türk birliğinin tesis edilmesini önlemeye çalışması.
  • Bizans’ın, boğazlar üzerindeki etkinliği ve coğrafi olarak Osmanlı Devleti’nin Anadolu ve Rumeli topraklarının ortasında olması sebebiyle Osmanlının Rumeli’deki ilerlemesine engel olması.
  • Bizans’ın, Avrupa-Hristiyan dünyasını kışkırtıp Osmanlı Devleti’ne karşı seferlere zemin hazırlaması.
  • Bizans’ın Anadolu ve Rumeli toprakları arasındaki bağlantıyı koparması.
  • Fatih’in İpek Yolu’nun Avrupa’ya açılan koluna hâkim olmak istemesi.
  • Kara ve deniz ticareti bakımından İstanbul’un önemli bir konuma sahip olması.
  • Venedik ve Cenevizlilere İstanbul’da verilen özerk bölge ve ekonomik ayrıcalıkların her iki devletin bölgede etkinlik kurmasına sebep olması.
  • Peygamber övgüsüne mazhar olmak istemesi.

Fetihle Birlikte Fatih Ne Elde Etti?

İstanbul’u fethetmekle bu amaçların hepsini sağlamış oldu. Belki de dünya harp tarihinde hiçbir hedef bu kadar amaca uygun olmamıştı. Fetihle birlikte;

  • Osmanlı Devleti’ni coğrafi olarak ikiye bölen Bizans ortadan kaldırılmış ve devletin fiziksel bütünlüğü sağlanmıştır.
  • İstanbul Osmanlı Devleti’nin yeni başkenti, İslam dünyasının yönetim, bilim, kültür ve ticaret merkezi olmuştur.
  • Karadeniz ile Akdeniz arasındaki Boğaz ticaret yolu denetim altına alınmıştır.
  • Osmanlı Devleti’nin İslam dünyasındaki itibarı artmıştır.
  • Ortodoks Patrikhanesi Osmanlı Devleti’nin himayesine alınmış böylece Hristiyan dünyasının birlik sağlaması kesin olarak engellenmiştir.
  • Eyalet Orduları ve Donanma güçlenmiştir.
  • Osmanlı Devleti’nin Yükselme Dönemi başlamıştır.

Fethin Dünyaya Etkileri

Fetih yalnız Osmanlı Devleti’ne yarar sağlamamış tüm dünyayı etkilemiştir. Fethin faydalarını dünya tarihi açısından incelediğimizde karşımıza ilginç ayrıntılar karşımıza çıkıyor:

  • Dünya harp doktrinine yepyeni bir topçu konsepti kazandırılmıştır. Şehirleri çevreleyen surların top gülleleriyle yıkılabileceği anlaşılmış, Avrupa’daki derebeylik düzeni ve mikro milliyetçilik dönemi sona ermiştir.
  • İpek ve Baharat yolunun Türklerin eline geçmesiyle, Avrupalı denizciler alternatif deniz yolları aramaya başlamış, böylece coğrafî keşifler ortaya çıkmıştır.
  • İslam kültürü ve Türklerin sahip olduğu bilim ve teknoloji Latinleri etkilemiştir. Bu durum ileriki yıllarda Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketlerini tetikleyecek, bilimde, teknikte, edebiyat Fetih bir taraftan Doğu Roma İmparatorluğu’nu sona erdirirken diğer taraftan Yeni Çağ’ı başlatıyor, o gün kimse farkında olmasa da Avrupa’daki Reform ve Rönesans’ın tohumlarını atıyordu.

Konstantinopolis 2. Mehmet’i Fatih, Fatih Konstantinopolis’i İstanbul yaptı.

Dipnotlar

[1] Bu İstanbul şehri ki, paha biçilmez ona, Tüm İran mülkü feda olsun tek bir taşına. (Şair Nedim)

[2] İstanbul’un İstanbul olmadan önceki Yunanca ismi; Κωνσταντινούπολις Konstantinúpolis. Latince: Constantinopolis. Roma İmparatorluğu (330–395), Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) (395–1204 ve 1261–1453), Latin İmparatorluğu (1204–1261) ve Osmanlı İmparatorluğu’na (1453–1922) başkentlik yapmış şehir. Osmanlı hem Konstantiniyye hem de İstanbul demiş.

[3] Kuşatma (TDK)

[4] Katolik ülkeler o dönem Latin diye adlandırılıyordu.

[5] Yüksek düzeydeki devlet adamlarının kurduğu büyük meclis (TDK). Osmanlı’da Divan-ı Hümayun. Padişah, sadrazam, vezirler, defterdar, nişancı ve gerekirse diğer üst düzey devlet adamlarının katılımı ile devlet meseleleri konuşulurdu.

[6] Şehzadelerin özel eğitmenleri (TDK). Eski Türklerde Atabey karşılığı. Şehzadelere sancak yönetiminde yardımcı olan lalalar, hizmetkâr gibi görünse de terbiyesi kendisine havale edilen şehzadenin bir yerde âmiri olur; esasen yaşlı ve kendini ispatlamış insanlardan seçildikleri için şehzadeler de lalalarına bir öğretmen bir hoca gibi saygı duyardı.

[7] Hükümdarlık tahtına çıkma, tahta oturma (TDK).

[8] Başkent (O tarihte başkent Edirne idi)

[9] Bilginler, ilim adamlar (TDK)

[10] İleri gelenler, amirler, üst rütbeli askerler (TDK).

[11] Dünyanın son zamanlarında ortaya çıkıp doğru inancı ve adaleti yeryüzüne hâkim kılacağına inanılan kurtarıcı (TDV İslam Ansiklopedisi).

[12] Kale kuşatmalarında, tünel kazarak sur duvarlarına veya kale içine kadar ulaşmak ve alttan patlatıcılar ile havaya uçurmak suretiyle kaleyi içten fethetmekle görevli Yeniçeri askerleri (Osmanlıca Sözlük).

[13] Silahların temin edilmesi, korunması ve sefer zamanında cepheye götürülmesiyle görevli Kapıkulu askerleri (Osmanlıca Sözlük).

[14] Kızgın kömür, kükürt, zift, karışımından oluşan, kara ve denizde de yanabilen bir karışım. Üzerine su dökülünce sönmüyor aksine alevi artıyordu. Asla sönmediği için bu ateşe maruz kalan insanlar ölüme terk edilirdi.

[15] Osmanlı sultanları, sadrazamlarına hitap ederken onlara iltifat etmek için tıpkı şehzadeliklerindeki gibi lala derlerdi.

[16] Konstantinopolis’te görev yapan Venedik elçilerine verilen isim. Venedik hem ekonomik, hem siyasi hem de askeri bakımdan dönemin en güçlü ülkelerinden biriydi. Bizans İmparatorluğu 1288 yılında Venedik’e Konstantinopolis’te bölgeler (Galata, Pera Hasırcılar Caddesi) tahsis etmişti. Venedikli tüccarlar buralarda ticaret yapmaktaydı.

[17] 726 yılında Doğu Roma İmparatoru 3. Leo, ikon ve resimleri yasaklatmıştı. Bu durum Roma ve İstanbul arasında ilk büyük probleme neden olmuştu. Roma Episkoposu yani Papa bu yasağa karşı çıkmış, büyük tartışmalar başlamıştı. Bu da Roma Kilisesi’nin İstanbul Kilisesi’nden uzaklaşmaya başlamasına neden olmuştur. Bu döneme İkonoklazma Dönemi denir.

[18] Kişisel silahlar dışındaki ordu malı silah ve mühimmatın muhafaza edildiği depolar.

[19] Kadim Türk geleneği gereği, Osmanlı sefere çıkmadan 2 ay önce, Ordunun sancakları cebehanenin, Paşaların tuğları ise kendi konaklarının önüne dikilirdi.

[20] Yüksek sütrelerin (Tepe, mevzi, kale duvarı, bina gibi) gerisindeki veya vadi tabanındaki hedeflere, üst açı grubu ile aşırtma atışı yapabilen silahlar.

[21] Osmanlı Ordusu o dönem genellikle bir şölen havası içinde gece sefere çıkardı.

[22] Hem yelkenle hem de kürekle yol alan bir savaş gemisi. Kalyona göre daha hızlı ve manevra kabiliyeti yüksekti.

[23] Ordudan önce konaklama yapılacak yere gelerek ordugahı hazır hale getiren birlik. Bugünkü Konakçı Heyeti.

[24] Tarihçiler bu sayıda anlaşamazlar. Yazan tarihçinin milliyeti ve meşrebine göre Osmanlı Ordusundaki asker sayısı 30.000’den 300.000’e kadar değişiklik göstermektedir. İstanbul’u almak için 30.000 kişi yetersiz, 300.000 ise mantıksızdır. O tarihlerdeki toplam nüfus (yaklaşık 6 milyon), ordunun o dönem sahip olduğu asker sayısı, Balkanlar ve Anadolu savunması için bırakılan birlikler, kuşatma alanının darlığı ve iaşe-ikmal gayretleri dikkate alındığında Osmanlı askeri sayısının 70.000-80.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir.

[25] Osmanlı askeri teşkilatında kara ve deniz hafif piyadeleri için kullanılan bir tabirdir.

[26] Yalnız yelkenle yol alabilen zamanın en büyük gemileri. 15. yüzyılda uzunlukları 35-70 metre, asker sayısı 800-900, top sayısı 100-120 adet olurdu. Osmanlı’da ilk kez 2. Bayezid döneminde kullanıldı.

[27] Demir almada, halatları dolayıp gemiyi yanaştırmada veya karaya çekmede kullanılan, hidrolik, elektrikli, istimle veya insan kuvvetiyle çalıştırılan mekanizma.

[28] Tamamen gönüllülük esasına göre, bazısı orduya hizmet bazısı da savaşmak, ama özünde şehit olmak için gelen sivil Türkler ya da civar ülkelerden gelen Müslümanlar.

[29] Bu konuda tarihçilerin bir kısmı böyle bir olayın yaşanmadığını abartılı örneklerle (gemilerin 2.000 ton olduğu gibi) söylese de başta İlber Ortaylı olmak üzere bir kısım tarihçiler de aksini iddia eder (ORTAYLI, 2020). Aslında tarihte gemilerin karadan yürütülmesi rastlanmayan bir olay değildi. Fatih ve ordusunun da bunu yapmak için yeterince gücü ve kaynağı vardı. Kaldı ki denize indirilenler de kadırga değil küçük gemilerdi.

[30] Kadim Türk kültüründe, kızıl kanla özdeşleştiği için değer verilen bir renk, elma ise mistik yanı bulunan, bolluk, bereket, şifa kaynağı olarak görülen bir meyvedir. Türk Mitolojisinde Kızılelma, ulaşmak istedikçe uzaklaşan, büyüyen, zorlaşan ama aynı oranda da cazibesi artan ülkü, hayal, hedefleri temsil eder.

Kaynakça

ALTAN, E. (2017). İstanbul’un Fethi Sırasında Şehirde Yaşananlar ve Psikolojik Durum. Tarih Dergisi, 63-76.

AYDÜZ, S. (2006). Tophane-i Amire ve Top Döküm Teknolojisi. Ankara: TTK.

BAŞAR, F., & AK, M. (2003). İstanbul’un Fetih Günlüğü. İstanbul: Sarayburnu.

DİRİMTEKİN, F. (1976). İstanbul‘un Fethi. İstanbul: Gaye.

DUKAS. (2013). İstanbul’un Fethi, Dukas Kroniği (1341-1462). İstanbul: Kabalcı.

KUTSAL_KİTAP. (2019, 2 15). Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık Nedir? Kutsal Kitap: https://www.kutsalkitap.org/katoliklik-ortodoks-protestanlik/ adresinden alındı

TODIERE, L. P. (2019). Bizans’ın Son Sezarları . İstanbul : Urzeni.

UZUNÇARŞILI, İ. H. (1982). Osmanlı Tarihi, I. Cilt. Ankara: TTK.

ZWEIG, S. (2019). İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar On Dört Tarihsel Minyatür. İstanbul: Can Yayınları.

 

 

Yorum bırakın