Benim kuşağımın efsane dizisi Beyaz Gölge ile birlikte dilimize giren koç ve koçluk kavramı hakkında, pek çok şey duyduğunuzu tahmin ediyorum. Onları unutun ve gelin biraz bana kulak verin.

Koçluk; Galileo’nun “Hiç kimseye bir şey öğretemezsiniz, sadece cevabı kendi içinde bulmasına yardımcı olursunuz” sözünü haklı çıkartan bir süreç. Bireylere, aslında kendilerinde var olan ama kullanmadıkları hatta hiç farkında olmadıkları, zaman içinde bir yerlerde gizli kalmış kaynak ve potansiyelin farkına varmalarını, bu potansiyeli gereksinim duydukları her alanda, yüksek performansa dönüştürerek, değişimi hızlandırmayı, ulaşılabilir hedeflere ve olasılıklara odaklanmasına yardım ederek, farkındalık, öğrenme ve gelişim yaşamalarını vaat ediyor.

Amerika’da 90’lar, Türkiye’de 2000’den sonra modern anlamda gündeme gelen koçluk, konvansiyonel yöntemlerin aksine, kişileri bulundukları noktadan, olmayı arzu ettikleri belirli bir hedefe ulaştıran ve sonuçları en kalıcı olan araçlardan biri. Çünkü koçluk süreci, kişileri sürekli düşünmeye teşvik ediyor, düşünmeye ve ifade etmeye cesaret edemedikleri konularda onlara ilham veriyor. Hedeflerin, yüksek farkındalıkla, bizzat kişilerin kendisi tarafından tespit edilmesi, kişinin aldığı karara yüksek sadakatle bağlanması ve başarının yüksek olması ile sonuçlanıyor.

Koçluk hizmeti, yalnız özel yaşamla ilgili değildir. Aynı zamanda iş (yönetici-lider becerileri, performans, satış), kariyer ve akademik alanlarda ilişkileri düzenlemek ve başarıyı artırılması için de alınır.

Odağında “istekli” kişiler olabildiği gibi profesyonel çalışma hayatındaki takımlar da vardır. Başka bir ifadeyle hem bireysel hem de grup koçlukları yapılabilir.

Koçluk hizmeti veren uzmana koç, bu hizmeti alana danışan, müşteri ya da coachee denir. Koçla koçluk hizmeti alan arasında bilgi, beceri ve yönetsel bir hiyerarşi ve sürecin danışmanlık süreci olmamasına rağmen ben danışan demeyi tercih ediyorum.