İletişim, duygu, düşünce, davranış ve bilginin aktarılmasını ve bu aktarımın gerçekleştiği ortamı ifade eder. İletişimin temel maksadı muhatapta istenen etkiyi yaratmaktır. Şüphesiz etki ancak iletişimin ikna edici olmasıyla mümkün olur. Aristo’nun “Retorik” adlı klasiği ve Prof. Robert B. Cialdini’nin “İknanın Psikolojisi” kitabı başta olmak üzere pek çok eser iletişimde ikna tekniklerini anlatır. Bu teknik ya da önerilerin hepsi bir akademik temele dayanır ve elbette doğrudur. Hatta korkunun dahi iknada çok etkili olduğuna ilişkin hem genel bir toplumsal kanı hem de bilimsel araştırmalar var. Bu yazıda araştırmalardan çıkan sonuçlar yerine biraz daha soyut bir olgudan bahsedeceğim; gönülden gönüle iletişim.
Eski zamanlarda çocuğun birisi bal yiyince hastalanıyor ama bal yemeyi de bırakamıyormuş. Anne ve babası çocuğun bal yemesini önleyebilmek için hekimlere gitmiş, tedbirler uygulamışlar ama fayda etmemiş. Sonunda, tavsiye üzerine, İmam-ı Azam Ebu Hanifi’ye gitmişler. Ebu Hanife, sorunu dinledikten sonra çocuğun ana ve babasına dönmüş ve “kırk gün sonra gelin” demiş. Anne ve baba buna bir anlam verememiş ve çaresizlikle geri dönmüşler. Kırk gün geçtikten sonra tekrar Ebu Hanife’nin huzuruna varmışlar. Ebu Hanife, çocukla kısa bir görüşme yaptıktan sonra ona, “Bundan sonra bal yeme evladım!” demiş. Sonra da çocuğun ailesine dönüp, “Tamam, gidebilirsiniz “demiş.
Anne baba şaşkınlık içinde, “Bu mudur yani?” dercesine birbirlerine bakmışlar. Öyle ya kırk gün bekleyip de sonunda sadece bir cümle duymak bir hayli gariplerine gitmiş. Fakat karşılarındaki zat da devrin en büyük alimi, sıradan birisi değil ki. Onun dediği gibi yapmışlar ve evlerine dönmüşler. Sonraki günlerde çocuklarının artık hiç bal istemediğini fark etmişler. İmam-ı Azam’a tekrar gelerek merakla sormuşlar: ” Efendim ona tek bir cümle söylediniz. Onu nasıl baldan vazgeçirebildiniz? Nedir bunun hikmeti?”.
Gülümseyerek şöyle cevap vermiş İmam-ı Azam Ebu Hanife: “Kırk gün önce ben de bal yiyordum. Bal yiyen birinin başkasına bal yeme demesi hiçbir işe yaramazdı. Sizin ilk gelişinizde bal yemeyi kestim, önce nefsimde denedim bunu. Bunu bırakmanın mümkün olduğunu görünce sözüm de oğlunuza tesir etti.” diye cevap vermiş.
Konuşmak iletişim kurmak için yeterli değildir. Duygu ve yaşanmışlıktan yoksun sözler ancak dinleyenin kulağına hitap eder. Etkisinin cümle bitmeden geçmesi sürpriz olmaz. Oysa Mevlana’nın Mesnevi’de belirttiği “gönül dili” konuşma dilinden çok farklıdır. Gönülden söylenen söz muhatabının yüreğinde karşılık bulur. Karşısındakini tüm araç ve yetenekleriyle dinleyemeyen, söylediklerini anlayıp söylemediklerini duyamayan, empati yapamayan kişi yapay ikna ve etkileme tekniklerinden medet umar. Oysa içten bir tebessüm ve samimi bir yaklaşım tüm tekniklerin ötesinde anlam ifade eder. Söyleyenle dinleyenin meselesi aynı olmalıdır. Meselesi aynı olmayan gönlüyle karşılık veremez. Aynı dili konuşmaktan daha önemlisi aynı duyguyu paylaşmak, aynı gönül diline sahip olmaktır. Gönül dili ile konuşma algıların ötesinde bir araca ihtiyaç duyar. 47 yıllık eşini kaybeden teyzenin “şimdi ben derdimi anlatırken konuşmak zorunda kalacağım” sözü bunun en güzel örneği değil midir?
Can Yücel’in olağanüstü Türkçesi ile bize aktardığı Herman Amato’nun muhteşem dizelerine kulak verelim.
‘En uzak mesafe ne Afrika’dır, ne Çin, ne Hindistan,
Ne seyyareler, ne de yıldızlar geceleri ışıldayan.
En uzak mesafe;
İki kafa arasındaki mesafedir,
Birbirini anlamayan….’
One comment
👏🏻👏🏻👏🏻👏🏻